MARKSİST BİR AŞIK OLMAK

Standart

Marksist bir düşünceye göre “Aşk arzulanır ama kabul edilemez, çünkü gerçek benlik ortaya çıktığında mutlaka hayal kırıklıkları yaşanacaktır. Buna göre gerçek benliklerimizi sakladığımız süre boyunca yaşanan gerçekliktir aşk ve sonradan yitirilecek bir aşk armağanını kabul etmenin hiç bir anlamı yoktur.”

Bu yaklaşımı kanıtlayan tecrübe adındaki soğuk gerçeklere anılar yöntemiyle bakış attığımızda, kendimi görürüz. Uzaktan bir kamerayla bakarmışcasına odanın bir köşesinde oturan kendimize bakarız. Biraz hayal kırıklıklarının yarattığı şok, biraz kırgınlık ama en çok da zekamızı küçümseyen bu duruma koyulmaktan ötürü duyduğumuz öfke ile tekrar tekrar kendimize sorarız “Ben gerçek kişiliğini nasıl anlayamadım? Ben O’nu nasıl tanıyamadım?” Marksist düşünce işte bu buz gibi tecrübelerin gerçekçiliğinden yola çıkarak, aşkı gerçek kimliklerin gizlendiği halüsinasyon evresi olarak niteler. “Beni seviyorsan yeterince tanımıyorsun” diye düşünür Marksist ve “yeterince tanımadığına göre de tanıyana kadar sevgine alışmak delilik olur.”

Yalnızca aşk olarak ele almayalım konuyu. Birini sevdiğimiz zaman, o kişide olan ve çoğunlukla olması istenen güzel özelliklere odaklanırız.  Binlerce güzel tanımlama yakıştırırız o insana. Arkadaşlıkta, ikili ilişkilerde de bu durum böyledir. Ne kadar şanslıyızdır hep, böyle bir arkadaşımız, dostumuz, sevgilimiz olduğu için… Aslında gören gözün güzelliğidir orada konuşan. Gören göz öyle görmek istemiştir de ondan güzeldir penceresine sığdırdıkları.

IMG_4234.jpg

LAURE PROUVOST “Ideally here would be a door to lost hopes” (2015)

Sevileni daha yakından tanımanın yarattığı hayal kırıklıkları kafamızda bestelediğimiz kocaman bir senfoniyi bozuk notalarla alt üst edebilir. İlk görüşte aşık olduklarımız, ya da yeterince tanımadan sevgi verdiğimiz kişiler kafamızda bestelediğimiz kusursuz bir senfoni gibidirler. Kafamızda violonseller keskin ve tiz ses çıkarmazlar ya da vurmalılar biraz fazla gürültülü hissi uyandırmazlar. Ne zaman ki o senfoni kafamızdan çıkıp sahnede çalınmaya başlar, o zaman melodiler zihnimizdeki şiirselliğini kaybetmeye ve gerçek tiz sesleriyle kulak tırmalamaya başlarlar. Hayalimizde yarattığımız o meleksi varlıklar uçuştukları yerden yavaşça alçalarak ayaklarını yere basıp gerçek birer insana dönüşürler. Sevdiklerimiz, geçmişleriyle ve gelecekleriyle yani tamamiyle fiziksel gerçeklikleriyle capcanlı bir insan olarak karşımızda durduğunda, aşkın ve sevginin çöküşüne ilk tanık olma evresine gelmişiz demektir. Ve sonrası da aynı hızla çorap söküğü gibi gelecektir.

Neden birisini severken, o kişi kanatsız melek yapılır, her türlü güzel değere layık görünür? Albert Camus bununla ilgili şöyle demiştir. Kendimizi dağınık hissetmemize karşılık başkalarının dışarıdan bakınca fiziksel ve duygusal olarak son derece derli toplu göründüğü gerekçesiyle aşık olduğumuzu ileri sürmüştür. Yani kendimizdeki çelişkilere rağmen, tutarlılıkları olan birini, yaptığımız yanlışları yapmayan birini, kendimizde bulduğumuz eksikleri görmediğimiz birine aşık oluruz. Kendimizdeki eksiğe sahip olmadığından onu kafamızda mükemmelleştirip mükemmelleştirip ilahi bir tahta oturturuz. Sanki onda başka yanlışlıklar ve farklı eksiklikler olamazmışcasına onu uzayda bizim için kodlanıp gönderilmiş, yeryüzündeyse eşi benzeri olmayan bir mükemmellikte idealize ederiz. O kişi de bu denli güzel görüldüğünü gördükçe – tıpkı aydadaki yansımasına aşık olan Narcissus gibi – kendini daha değerli hissetmeye ve daha güzel görmeye başlar. Ona bakan gözler ona öyle değerler atfeder ki, O kişi de bu değerlere sahip hissetmeye başlar kendini.

3565

LAURE PROUVOST  “Ideally we won’t be lost in history” (2014)

O nedendir ki ilişkinin sonuna gelindiğinde şu sözler mutlaka dökülür aşığın dilinden: “Beni daha iyi biri yapmıştın…”

Aslında bu cümleye verilecek yegane cevap şudur:

“Seni daha iyi biri yapamadım. Çünkü daha iyi biri olabilmek için gereken donanıma sahip olsan bile bunu uygulamaya geçirmeye yetecek bir kapasite başkasının senin için çabasıyla yaratılamaz. Yalnızca sevildiğin ve sevildiğini bildiğin dönemde daha iyi biri GİBİ olmuştun evet çünkü hiçbir aklı başında insan sevgiyi kaybetmek istemez. Sevginin karakterimizi şekillendirmede ne kadar ustaca bir yol izlediği tartışmasızdır. Ne var ki oturmuş karakterler yeniden şekillenemezler. Sadece  gerçek kişilikler -belli bir süreliğine- gizlenebilirler. Sadece gerçek kişilikler -belli bir süreliğine- oynadıkları oyundaki rollerini severler ve benimserler. Ama uzun vadede Marksist birinin de kolaylıkla söyleyebileceği gibi; gerçek benliğin sahneye çıkışıyla oluşan hayal kırıklıkları aşk kırıklıklarını da doğurur. Ve yine Marksist bir düşüncenin iddia edebileceği gibi aşk diye bir şey aslında hiç var olmamıştır. Sadece yeterince tanınmayana ve bilinmezliğe duyulan merak ve hayranlıktan ibarettir aşk. “Belki de aradığımız daha yeşil çimenler değil, bizim olmadığı için hayranlık duyabileceğimiz – bakımlı olsun ya da olmasın –  çimenli bir bahçedir.”

“İşin başında aslında “Sen kimsin?” diye sorulan potansiyel sevgilim beni görüp, benim davranışlarıma ve ihtiyaçlarıma bakarak “Ben kim olmalıyım?” a karar vermişti. Aslında sıkıntı şuydu ki: kendi bile kim olduğunu bilemiyordu. İnsanların onun hakkında düşündükleriyle, kendisinin kendisi hakkında düşündükleri ve aslında gerçekte kim olduğu iç içe geçmiş ve durmadan çelişen paradokslar gibiydi. Kendisini henüz bulamamasına rağmen, beni bulmuş olmanın sevinciyle gözlerime baktı. Gözlerimdeki kendini çok sevdi. Çünkü benim gözlerim O’nu çok sevmişti.  Gördüğümü zannettiğim insan olmayı seçti. Bu rolü benimsedi, çok da yakıştı bu rol ona. Ama her perdenin bir kapanışı olduğu gibi bu rolün de bir miladı vardı. Sonsuza dek ne denli oynanabilirdi.” 

İlişkideki geri dönülmez çöküş işte tam da yukarıdaki gerçeklerle yüzleşmenin sonucunda, sevilenin gözde masumiyetini yitirişiyle son bulur. Anılarda kalan bir kaç karedeki mutlulukla gülen gözler kalır geriye. Ama neden gülümsendiği hatırlanmaz.

 

 

MARKSİST BİR AŞIK OLMAK’ için 7 yanıt

Yorum bırakın