CAROLINE, OKYANUS VE PABLO NERUDA

Standart

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim, şöyle diyebilirim: “Gece yıldızla dolu ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta.” Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim çünkü sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara. Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece, kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında. Sevdi beni o, ben de onu sevdim bir ara. O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama…

Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla, duyup geceyi onsuz daha engin geceyi… Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa? Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana. Hepsi bu! Uzaklarda şarkı söylüyor biri. Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca. Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi…Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana.

Sevmiyorum artık onu doğrudur, oysa ne çok sevmiştim… Sesim rüzgarı kollardı kulağına değmek için… Başkasının, bir başkasının olacak, sesi, ışıltılı teni, derin gözleri… Ellere yar olur, öpmemden önceki gibi.

Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona 

Pablo Neruda

Görkemli bir tiyatro sahnesinde, yüzünde bir ton makyajın, üzerinde rolle beraber büründüğün kostümün. Tam da repliklerinin en vurucusunu söylemek üzereyken sen, bir anda seyirciler kaybolur, dekor ortadan kalkar… Kişiliksiz bir yerde, seni duymayacak bir seyirciye anlamsız sözler sarf ediyorsun gibi gelir O gidince… Böyle tarif etmişti bir tiyatrocu ‘kaybedilen’ i… Kaybettikten sonra…

Şiir, roman, tiyatro gibi sanatın bir çok alanında eserlerin hep acılardan sonra doğduğunu izleriz. Çoğunun özellikle aşk acısından sonra…

Neden aşk şiirleri kayıplardan sonra yazılır? Neden aşkın alevleri seninle aşkın içindeyken bu denli şairane dans etmez de ayrılınca tango partneri yapıverir seni? Gitmelere gerek kalmadan değer anlaşılmaz mı, aşk şarkıları yazılmaz mı?

Bu yanılgı sadece aşkta değil, hayatta hep olan şey değil midir? Nerede değilsek, orada daha mutlu olacağımızı zannederiz. Bomboş, izole bir adayı hayal ederiz çoğu zaman. Bir deniz olsun, bir de balık… Elimizdeyse şehrin ışıkları, gürültülü müzikleri, koşuşturan insanları vardır. Şikayet eder dururuz.

Sonra bir gün olur şehir seni atıverir kalbinden, gönderir sürgüne uzaklara… Sanıyor musun sana sadece bir deniz yetecek bir de balık? Özlersin. Sesi, ışığı, gürültüyü, kavgayı, coşkuyu… O gözüne korkunç görünen devasa binaların kirlettiği havadan bahsedip şikayet etmeyi bile özlersin. Çünkü giden gittiği kadar güzelleşir ve gittikçe daha da güzelleşir.

Aşka neden ihtiyaç duyulur en başta?

Bir kişinin kimliği ve benliği toplumsaldır. Bunun içerdiği en büyük tehlike varlığımızı açıklayabilmek, ona geçerlilik ve anlam kazandırabilmek için başkalarına ihtiyaç duymamızdır. Aşk da öyledir, bize bizi yansıtır. Varlığımızı izleyen bir başkası, davranışlarımıza tepki gösteren *ayna varlık* lar olmadan var olamayız, kendimizi bütünüyle göremeyiz, kişiliğimizin sınırlarını çözemeyiz. ‘Ben kimdim ki başkaları olmadan yanıtları bulayım?’

Stendhal ‘ben’ in bütünüyle bağımsız bir yapısı olmadığını ve başkalarına ne kadar da gereksinim duyduğunu anlatabilmek için “insan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi kendi kendine edilebilir” diye yazmıştı. O halde aşk yaşamak ve sevilmek de karakterlerimizin oturabilmesi için gerekli olan bir ihtiyaçtı.

İnsanın bu derece kendi kendine yetemez varlıklar olması her zaman bir eksik ve belirsizlik doğurur. Onun için değer yükleriz insanlara, onun için severiz, onun için sevilmeyi umut ederiz. Onun için yazarız, şarkı söyleriz, bağırırız, aşık oluruz. Hepsinde dünyayla etkileşimde olma çabası, hepsinde bir iz bırakma isteği vardır. Hayatımıza anlam katmaya çalışıyoruzdur.

Kaybetmek ise insanın kendine olan inancını kaybetmesine neden olur. Umudu temsil eden bir virgül yoktur artık ortada. Tüm heybetiyle, umudun bitişini, korkunun kaynağını simgeleyen bir nokta koyulur cümlenin sonuna. O yüzden kaybetmek yalnızca kaybedilenin acısını taşımak demek değildir, inandığın değerlerin de kaybolmasıdır. Bir zamanlar hissettiğin tüm hislerin… Sana ayna olan kendi gerçekliğinin kırılmasıdır. Onda görüp hayran olduğun her bir davranışın, sevgiliyle konuşmayı diğerleriyle konuşmaktan ayıran o iki kişiye özel ortak dilin, farklılıkları şakaya dönüştürebilen esprilerin, kurulan samimiyetin, ufak jestlerin kısacası iki kişinin oluşturduğu yeni dünyanın başa yıkılmasıdır.

İlişki içerisinde geçen sıradan bir günün bile değeri artar anılarda. Çünkü artık o yoktur. Bütün geçen zamanlar geçip bitmiştir ve bir daha tekrarlanmayacaktır.

Ve özlenen gerçekte kişiler değil, yaşanmış güzel duygulardır. O nedenle kaybedince daha çok hissedilir. Nasıl ki güneşli bir günün özlemi bulutlar gelince hissedilirse…

Caroline çok sevmişti. Hatta ilk kez sevmişti. “Ben herkesi sevdiğimi düşünürdüm, hep kalbimin atışına göre yaşadım ömrümü. Ta ki onunla tanışana kadar… O benim için ilk gerçek aşktı. Üstünü örttüğüm ilk erkekti, ilk yemek yaptığım…”

“İlişkimiz bittikten sonra ilk yaptığım okyanusa atlamak oldu” dedi. “Küçüklüğümden beri öyle yaparım, bir yerim kanadığında, ya da yaralandığımda direk okyanusa atlayıp tuzlu suyun yaralarımı iyileştirmesini beklerim. Okyanusun yaralarını temizlemesi gibi başka bir his yoktur. Yaraların amacı odur, canını acıtır. Vücudunun sana bazı şeylerin senin yararına olmadığını gösterme şeklidir bu. Canın yanar, yanar, yanar, son noktasına kadar acı çekersin… Bu iyileşme yolunda olduğunu gösterir. Acı çekmeden iyileşemezsin. İçin de aynı bu şekilde sızlıyorsa bu senin yararınadır. Bu sızının bana geçmişte yaşanmış ne varsa, bana uygun olmadığını gösterdiğini biliyorum. Böylece aynı hataları bir daha yapmayacağım.”

“Okyanus hatalarını da silip götürebilecek mi?” diye sorduğumda ona bana en büyük hatasının her şeyin en güzel olduğu zamanda bunun farkında olamayacak kadar kör olması olduğunu söyledi.

“Keşke insan hayatının en güzel anını yaşadığını o anın içindeyken farkedebilse… İnsanın laneti bu sanırım. Her şey yitirdikçe berraklaşıyor. O günün hayatımın en güzel günü olduğunu bilmem gerekirdi! O zaman ne geçmiş ne de gelecek ile ilişkilendirirdim o anı. Doğrudan saf katıksız yaşardım, yalnızca anımı yaşardım. İliklerime kadar hissederdim mutluluğu. İçime çekerdim tutardım, nefessiz kalırdım hatta… O an geçtikten sonra yerine hiçbir şey koyamayacaksam nefese kimin ihtiyacı var ki bir daha? Hayatımın tam göbeğinde bir çukur oluşması gibi, çukur kaldı bazı yerlerim. Su hiçbir zaman yeterince yükselmeyecek orada, hiçbir bulut o çukuru doldurabilecek kadar yağmur bırakmayacak belki de. Sonradan dökülen hiçbir toprak kaybedilen doğal toprak gibi natürel olmayacak, yerini beğenmeyecek. En saf ırk çiçekler orada açamayacak bir daha.”

Ve en çok merak ettiğim soruyu sordum Caroline’e; “Ne değişirdi bilseydin? Bilseydin ki hayatının en güzel gününü, gecesini, bayramını yaşadığını… Mutluluğun doruğunda olduğunu farketseydin? Anda ve farkında olsaydın? Takdir edebilmek için bu anların geçip gitmesini beklemeseydin neyi değiştirirdin?  Tutsaydın yakasını o anın, koparsaydın düğmelerini, sen buradasın, artık sonsuza kadar bir yere gidemezsin, sen benim sonsuz anımsın. Ben bunu kaybedemem o yüzden değerini bileceğim diyebilseydin ne değişirdi?”

“Mutluluk çok nadir rastlanan bir olgu olduğundan, kabullenmesi de bir yığın korku ve kaygıyla beraber gelir. Terkedilme, yeterince sevilmeme, karşılık görememe gibi paranoyalara sarar seni. Mutlu her anın içinde bir miktar korku ve bir miktar karamsarlık vardır. Mutluluk hep gelecek zaman kipinde aranır o yüzden, hep bir hedeftir. Sahip olunduğu andayken bile cennetin başka bir yerde olduğunu varsaymak… Cennet o yüzden cennettir. Her şeyin farkındalığının olduğu tek yer. En güzel anını tekrar moduna almak gibi. En sevdiklerini hep yanında tutabildiğin bir sonsuzluk adası. Kayıplarının üstünü toprakla örtmediğin bir yeryüzü. Gece uyurken üşümesin diye çiçeklere sardığın çocuğunla uyuduğun kocaman bir beşik. Beşikte sallanan iki güzel ruh. Kenetlenmiş ama kanatlanmamış. Kanatları yok ki, o yüzden uçmuyorlar, gitmiyorlar bir yere. Hep buradalar. Anın farkındalar çünkü biliyorlarlar ki, bugün hayatlarının en güzel günü çünkü sadece birbirlerine sahipler. Bugün hayatlarının en güzel günü. Bugün hayatlarının en güzel günü…”

“Büyümek, dünyanın büyüsünü kaybetmesi demek değildir” dedi en son. “Kayıplarla büyüyoruz, kaybettikçe büyüyoruz. Büyüdükçe de mutlu anların ne kadar değerli olduğunu  farkediyoruz. Kaybedilene yazılan şiirleri okuyun, Pablo Neruda’yı okuyun, okyanusa girin, yaralarınızı iyileştirin. Ve bir daha mutlu olduğunuzda buna sıkıca sarılın, anınızın değerini daha iyi bilin.”

CAROLINE, OKYANUS VE PABLO NERUDA’ için 3 yanıt

  1. Doğa Rutkay Kamal

    Pablo Neruda’dan fırtınalı aşkı ve karısı Matilde Urrutia’ya yazılmış en güzel sone :

    seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat.
    bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
    ateş de pay alır kendine soğuktan ….

    Pabloya, okyanusa ve yazına bayıldım. Bence müthişsin!

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s