ÜÇ MEKTUP

Standart

 

 

Kendini “Düşman” ilan eden yabancılara…

Merhaba Sevgili “Düşman”ım,

Nasılsın?

Umarım iyisindir çünkü sen iyi oldukça ben de daha iyi biri oluyorum.

Biliyorum beni sevmiyorsun!

Beni sevmemek için kendince nedenler de buluyorsun.

Bulabilirsin tabiki, kendini düşman ilan etmek ve bunu haklı çıkarmak için yeryüzünde ortaya dökebileceğin milyarlarca bahane var. Sen de onlar arasından seçtiğini, beğendiğini ve en çok yakıştırdığını kullanabilirsin.

Fakat birinin artık sana gerçeği söylemesi gerek ve o kişinin bizzat ben olduğumu görmek seni birazcık rahatsız edebilir.  Rahatsız olucaksan okuma derim.

Sen elmayı sevmeyebilirsin. O elma belki dünyanın en çirkin elmasıdır, tadını sevmezsin, kokusunu sevmezsin, kalbini sevmezsin, rengini sevmezsin, hiçbir şey bulamadın diyelim sapını sevmezsin. Eğer bir şeyi ve ya birini sevmemeyi kafana koyduysan, o şeyi zaten sevemezsin.

Ama ve büyük bir AMA var ki burada, sevmemek ayrı bir durumdur, nefret etmek ayrı. Eğer ki düşüncelerin durduk yere o elmadan nefret etme şekline büründüyse ve bıçak gibi yarıyorsa elmayla beraber zihnini de ikiye, bilmelisin ki nefretinin kaynağı ELMA değil KENDİNSİN.

Belki kendini sevemiyorsundur bir türlü… Ne yaptıysan da barışamamışsındır kimliğinle. Hala ‘kimim, neyim, ne yapıyorum’u sorguluyorsundur. Mutlu olamadığın ve içindeki boşluğu dolduramadığın için öfkeni yansıtıyorsundur belki etrafına. Belki öfkenin altında yatan başka sebepler vardır; kıskançlık gibi. Evet belki de çok kıskanıyorsun. Annelerimizin çevremizdekiler hakkında bizi uyardığı ve ‘o kız/erkek seni kıskanıyor’ dediği türde değil de, belki de aynı kini ve öfkeyi sana besleyecek kadar seni önemli ve değerli bulmadığım için, kendimi kimseyle ne yarışa ne de savaşa sokmayacak kadar bilinçli olduğum için kıskanıyorsundur beni. Belki seni hiç farketmediğim için, belki de tanıyacak kadar zaman ayırmadığım için. Belki başka problemler dönüp duruyor hayatında ve  uzaktan gördüğün kadarıyla hayatım mükemmel sanıyorsun, kıyaslıyorsun ve hınç doluyorsun.

Evet bana diyorum…

Ama bu kendimi özel bir yerde konumlandırmamdan kaynaklı değil. Birine ve ya bir şeye kolayca düşmanlık besleyen kişinin olayı tek bir kişi ve ya durumla sınırlı kalmaz. Anla ki bu bir genelleme, ve anla ki duyguların tek taraflı…

Şimdi diyeceksin ki madem önemsemiyorsun beni, bana mektup yazmak da neyin nesi!

Yanlış anlama seni önemsemiyorum demedim, varlığını kabul ediyorum, seni anlayabilmek de isterim. Ben yalnızca seni, senin beni önemsediğin kadar önemsemediğimi söyledim. Çünkü sevgili düşmanım, ben seninle hiç ama hiç savaşa girmedim. Ben bugüne kadar kimseyle savaşa girmedim. Sen kendinle savaşa girdin, tarafları sen belirledin, sen ateş ettin, sen vuruldun, sen düştün ve yine sen öldün, ve benim bunların hiçbirinden haberim bile olmadı.

Halbuki düşmanım olmayı hak edebilecek zekilikte bir insanın gölge oyunlarıyla değil de kelimelerle savaşabilmesini tercih ederdim. Benimle de, hayatla da…Bizi hayvanlardan ve diğer canlılardan ayıran yegane özellik olan düşünme ve konuşma yeteneğimizin, uzlaşma amacıyla olmasa bile anlama ve algılama amacıyla kullanıldığını görseydim, karşımdaki sen bile olsan (her kimsen) ciddiye alırdım. Yüzüme ve netçe! Belki de o zaman,  kazanmayı çok istediğin ve bir ihtimal kendini çoktan galip ilan ettiğin, benimse adını bile koyamadığım bu hayali nefret savaşını kağıt üzerinde sen kazanırdın.

Sevgili düşmanım bana hiç sormadın ama ben seni çok severim. Çünkü biliyorum ki; “Bıraktığın her etki bir düşman yaratır!”

Ne kadar etkilli ve ne kadar güçlü olduğumu başka kim gösterebilir ki bana?

Yani bu bir aslında teşekkür mektubu.

Kamuflaj formülüyle büyük ihtimalle görünmez kıldığına inandığın, ya da kendini kandırıp unuttuğun ve hatta unutturduğun hatalarını mükemmel bir şekilde bana yansıtabildiğin ve kendinden nefret etmek yerine, sana gerçeği gösterdiğim için benden nefret ettiğin için…

Ve bana konunun benimle değil de, kendinle ilgili olduğunu bu kadar net gösterebildiğin, vicdanımı huzura kavuşturduğun için…

Sevgili yabancı, herkimsen…

Teşekkür ederim.

 

Zaman’a…

Sevgili Zaman,

Bu aşk-nefret ilişkisinde, kimi zaman en çok ihtiyacım olan, omzuna başımı yaslayıp her şeyimle kendimi sana teslim etmek istediğim dostum, kimi zaman ise bir türlü senkronize olup da yakalayamadığım düşmanım oldun.

Beni seviyor musun bilmiyorum. Sanıyorum sevmemek için senin de geçerli sebeplerin var.

Öncelikle bana sunduğun fırsatların değerini bilmediğimi ve hepsini elimle teker teker kenara itip, hayatıma yeterince sahip çıkmadığımı söyleyebilirsin. Hayatımla ilgili çoğu şeyi senin insiyaifine bırakmış olabilirim ama görüyorsun ki artık senden önüme fırsat çıkarmanı beklemiyorum. Kendi fırsatlarımı kendim yaratıyorum.

Sonra, bir çok güzel anıyı gelecek kaygılarım ve geçmiş hesaplaşmalarımla mahvettiğimi düşünebilirsin. Haklısın. “Zaman tek andır, o da şuandır” felsefesiyle yaşadığımı iddia etmiyorum zaten. Sen bütün o güzel anların ve anıların üzerinden esip geçtikçe ben o anıların kokusunu duyabiliyorum ve sızlamalarını burnumda hissediyorum. Bunu erken yaşta farkedebildiğim için de yeni ‘an’larımı geçmiş ve gelecekle ilişkilendirmiyorum. Sadece verdiğini alıyorum, sadece aldıklarımı biliyorum ve sadece anımı yaşıyorum. Sanıyorum artık seni de fazla üzmüyorum.

Senin beni üzdüğün konulara gelirsek; en sevdiğim anda donmuyorsun zaman. O kadar çabuk akıyorsun ki, bir kalp atışında son buluyorsun. Sonra sevmediğim anları ağır çekim  yaşatıyorsun bana; iliklerime kadar hissetmeden o anı akıp geçmek bilmiyorsun bir türlü.

Sonra en sevdiklerimi benden uzaklaştırma konuna gelirsek… O konuya gelmek bile istemiyorum! Büyümek istemiyorum! Eğer ki uzaklaşıcaksa en yakınlarım benden gelecek günlerin getireceklerini görmeyi istemiyorum. Yeni eklemeler,artış, değişim, metamorfoz, adına ne dersen de, hiçbirini istemiyorum. Var olanı koru, burada don ve sabit kal. Bu bana yeter!

Eğer ‘İlla ki akıcam bu benim doğam, başka türünü öğretmediler bana’ diyorsan, bari var olanımı koruyarak ak, edebinle ak.

Belki de ben senden çok şey bekliyorum.

Belki de sen beyinde salınan hayaller arasında kıyas yapılması ile anlaşılan bir süreçsin. Sonuçta benim hafızam olmasa sen bir hiç’sin! Seni yok edebilmenin formulü yine benim beynimde gizliyse eğer, bence bundan sonra birbirimizi çok da fazla üzmeyelim derim.

Bana bu güne kadar verdiklerin için teşekkür ederim.

Aldıkların için ise senden nefret etmekteyim.

 

Kendim’e…

Sevgili Kendim,

Seninle bu güne kadar,  uzun uzadıya sohbetlerimiz, manasız kavgalarımız, yüzleşmelerimiz, arap saçına dönmelerimiz, bağlanmalarımız, çözülmelerimiz, kısacası deli saçması milyon tane iletişimimiz oluştur. Ben senin deli olduğunu çoktan çözdüm de, sen benim normalliğimi bir türlü kabullenemedin. Bu yüzden hep bölündüm, bir tarafım sen, bir tarafım ben olarak kaldı. Seninle konuşmalarımıza şahit olup da bana deli demesinler diye de yazmaya başladım.

Seninle bundan bir beş sene önce tanışmış olsaydık, sana neler derdim diye düşünüyorum…

Öncelikle hiçkimsenin sana kendinden daha sıkı sarılamayacağını öğretirdim sana,  o nedenle sen de kendinden başka kimseye çok sıkı sarılma derdim.

Uykuya doy derdim. Uykuya öyle bir doy ki, ilerde hiç uyuyamayacakmışsın ki doy ve sonra uyumayı bırak derdim. Uyandığında ise bir daha uykuya dalma!

Kaybedince çirkinleşme derdim. Sen güzel kalırsan kaybetmek bile güzelleşir. Hatta hayatta hiçbir şeyi kayıp olarak görme, kaybettiğin eğer kendin değilse, mutlaka kaybolması gerektiğinden, belki de senin yenilgiyi tatman gerektiğindendir derdim.

‘Merhamet ahlakın temelidir.’ İnsanlarda merhamet noksanlığına şahit oluyorsan, başka ahlaksızlıklara da şahit olacaksın, kendini hazırla derdim.

Herkes seni sevmek zorunda değil. Hatta mümkünse olabildiğince az insan sevsin ancak böyle en gerçek haline ulaşabilirsin. ‘Evet’ değil ‘Hayır’ demeyi bilmek bir lütuftur ve ağzından çıkacak her ‘Hayır’ın arkasında bir hayır bulunacaktır derdim.

Olabildiğince az şey dile ve çok şey öğren. Hayal kur ama hayallerinin esiri olma. Düşün ama düşüncenin kalıplarına kendini kıstırma. Öğrenmeye, gelişmeye, değişmeye açık ol. Kendini asla sınırlandırma derdim.

Ve en çok düşmanların da, zamanın da gelip geçeceği gerçeğini bil derdim. Bu nedenle ilk iki yazmış olduğun mektupların anlam ve önemi gün ve gün değer kaybederken, kendine yazdığın mektupların değeri artacaktır. Sen kendine verdiğin öğütleri gün ve gün arttır. Çünkü bundan on sene sonra önemli olacak tek kişi, yine sadece kendin olacaksın derdim.

 

 

Pardon Sizi Satın Alabilir Miyim?

Standart

“Sen şimdi bana belki de çocuğu nasıl böyle bir lüks içinde yetiştirebildiğimi, ona seçkinlerin dünyasına özgü bu aydınlık ve neşeli hayatı nasıl sağlayabildiğimi soruyorsundur. Sevgilim, sana karanlıkların içinden sesleniyorum, utanç duymuyorum. Bunu sana hep söylemek istiyordum, fakat sakın korkma sevgilim, kendimi sattım! Tam olarak sokak kızı ve ya fahişe diye nitelendirilenlerden olmadım, ama kendimi sattım. Zengin erkek arkadaşlarım, zengin sevgililerim oldu; önce ben onları aradım, daha sonra da onlar beni aradılar çünkü -bilmem farkına vardın mı hiç?- çok güzeldim. Kendimi verdiğim her erkek bana bağlanıyordu, hepsi de bana teşekkür ettiler, bana bağlandılar, beni sevdiler sevgilim, beni hep çok sevdiler!”

Tiyatro odasında, boşlukla konuşurken kardeşim bunları söylüyordu. O an oyununu kesinlikle izlemeye karar verdim, konusu gayet ilgi çekiciydi.

Güzel bir kadın… Güzelliğinin farkında olan bir kadın… Güzelliğini ve de cinselliğini silah gibi kullanabilen bir kadın karşısında cebi para dolu, cebindeki paralar sayesinde statü elde etmiş ve o statüyle beraber güzel kadını da elde etmiş bir adam…

Tam bir ‘klasik!’

Bu hikaye tutar! Bu hikaye satar! Neden? Konu gerçek.

Günümüzde sistemin getirdiği hastalıklı ruh halinin bazı kadınlar ve erkeklerde vücut bulma hali. Sonuçta herkes bir savaş içinde, hep daha fazla, daha fazla, daha fazla, daha, daha, daha isteyen bir toplumken, neden paranın da azıyla yetinelim ki?

İşte paranın azıyla yetinmek istemeyen, ama kendi çalışıp didinip kazanmak yerine, ‘kıssadan hisse’ yollara başvurmak isteyen kadınların formülü:

X diyelim erkek, Y para olsun, bu durumda X+Y = AYŞE (lüks + tatil + alışveriş + araba + tekne + bal + kaymak…)

Evet denklem budur. Matematikten en anlamayan Ayşe’lere bile Matematiği söktürür, sevdirir bu denklem. O nedendir ki kıssadan hisseci Ayşeler bu denklemi ezbere bilirler.

Her sabah 7’de kalkmakmış, işe gitmekmiş, toplantıya girmekmiş bunlarla ilgilenmezler. Ayşe’nin vatani borcu bu değildir, Ayşe kuaförde dört, sporda üç saatini harcamayı tercih eder, bir maniküre servet ödemeyi tercih eder, yatırımını bu şekilde kendisine yapar. Sonuçta en büyük yatırım dış görünüşe yapılacak yatırımdır. Öyle kolay bir şeymiş gibi konuştuğuma bakmayın, bunu herkes yapamaz, hiç de kolay bir iş değildir.

Ayşeler yanlış anlamayın! Ben de parayı seviyorum, herkes seviyor!

Ama kendimden çok değil!

Nasıl olur da gerçek bir sevgi bağı kurmaya ihtiyaç duymadan ilişki yaşanabilir? Sevmeden, gözler kapatılarak sevişmeye ne kadar tahammül edilebilir? Peki sırf sağlayabileceği maddi refah uğruna nasıl bir erkeğin sevdiği/sevebileceği kadın rolü oynanabilir? Bu rol nereye kadar oynanır, neden oynanır? Bu kadar iyi gözlemci ve iyi bir satıcıysan eğer Ayşe’cim neden bu yetenekleri bir erkek üzerinde harcayıp tüketmek yerine gerçek bir meslek, bir iş üzerinde beynindeki kıvılcımları çaktırmıyorsun?

Peki seni sadece cinselliğin ve de güzelliğin için sevmeyi öğrenmiş bir erkeği, sırf parası uğruna sevebilmeyi becermiş olmak, masanda duran hayali bir elmanın çok lezzetli olmasıyla övünmen gibi bir durum değil mi aslında?

Bir arkadaşım bana şöyle demişti; ‘Paraya bakmayan kadın diye bir şey yoktur, para öyle bir illüzyon dünyası yaratır ki, en bakmayacak kadını bile etkisi altına alır o dünya. Bir söz vardır “Tanrı’ya alternatif olarak parayı yarattılar!” Bu acı fakat bir miktar doğrudur. Tabi ki Tanrı isterse o parayı elinden alır, ama eğer ki Tanrı yanına yoldaş arıyorsa, o parayı sende bırakır, sen de küçük dünyanda Tanrıcılık oynarsın. İstediğin kadınla üstelik! Yalnızca dürüst olan kadınlar, onlara sağladıkların için yani özüne inersek, para için, seninle birlikte olduğunu hissettirir sana, diğerleri ise kendilerine bile yalan söylemeye devam eder. Aslında herkes parayı ve herkes parayı getiren adamı sever. Noel Baba’nın bile efsane olma sebebi hediyelerdir. Eli boş gelseydi hiçbir çocuğun hayallerini süslüyor olmazdı…’

Tam tersini savunmama rağmen, o konuşmada kendisine hak verdiğim çok fazla söz vardi. Evet paranın yarattığı dünya kadını içine çekebilir, anlık mutlulukları doruk noktasına taşıyabilir, ama peki ya uzun vadede?

Birinin parası için onunla beraber olmak demek, onun boyunduruğu altına girmeyi de aynı zevkle ve şevkle kabul ediyor olmak demektir. E madem paranı o ödüyor, madem artık senin sahibin o, o halde öp bakalım efendinin ayaklarını yavrucum!

Geçmişe bakalım, tarihin tozlu sayfalarını karıştıralım, bütün savaşlar özgürlük uğruna yapılmadı mı? Sen şimdi bir kağıt parçası uğruna mı modern köleliği kabul ediyorsun? Belki bu yüce amacın uğrunda ilerlerken yaptıkların sana kölelikmiş gibi gelmeyecek, ama yanlış yöne gittiğini vardığın noktada anlayacaksın.

Peki bir köle parayı ne kadar özgürce harcayabilir; daha da kötüsü para ona ne katabilir özgürlük veremedikten sonra?

Hadi diyelim gittin tüm dünyayı da dolaştın, en pahalı kıyafetleri de sen aldın, araban da var, teknen de, uçağın da… Peki o noktaya gelince ‘işte yapmış olduğum her şeyi, tam da bu noktaya, -kendi Everest’imin zirvesine- gelebilmek için yaptım ve tüm sahte gülümseyişlerime, tüm kısıtlanmışlıklarıma, her yuttuğum cümleye, her içimden gelmeden söylediğim ‘seni seviyorum’a, her atılan aşağılayıcı bakışa ve her küçümseyici söze değdi’ diyebilecek misin?

Eğer öyleyse devam et derim… Ben bunu anlayamam ama insan anlayamadığını kınamamalı!

 

(Belki daha önce okumuş ve ya duymuşsunuzdur bu haberi, yine de yeri gelmişken paylaşmak istedim. Doğruluğu ne kadar tartışılır bilinmez  büyük ihtimalle sadece internette dolanan bir şehir efsanesi yinede ders almak isteyene her hikaye bir öğretidir.)

Dünyanın en büyük finans şirketlerinden J.P. Morgan’ın CEO’su James Dimon’a evlenmek için zengin bir eş arayan genç bir kız tarafından atılan elektronik postaya Dimon’un verdiği akıl dolu cevap :

SORU:

Zengin bir adamla evlenebilmek için ne yapmalıyım ?

Sizinle dürüst olacağım. Bu yıl 25 yaşına giriyorum. Çok güzelim, iyi bir stilim var ve kaliteli şeyleri severim. Yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan bir adamla evlenmek istiyorum. Aç gözlü olduğumu düşünebilirsiniz fakat New York’ta yıllık geliri 1 milyon dolar olan insanlar orta sınıf sayılıyor.

Çok şey istemiyorum. Bu sitede yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan biri var mı? Hepiniz evli misiniz? Sormak istiyorum, sizin gibi zengin insanlarla evlenmek için ne yapmam gerek?

Bugüne kadar birlikte olduğum erkekler arasında en zengini yılda 250 bin dolar kazanıyordu. Central Park’ın batı yakasında, yüksek bütçeli rezidanslarda yaşamak isteyen biri için yıllık 250 bin dolar yeterli değil. Size alçak gönüllülükle soruyorum:

1) Zengin bekarlar nerede takılır? (Lütfen bar, restaurant, spor salonu gibi mekanların isimlerini ve adreslerini yazın.)

2) Hangi yaş kategorisine odaklanmalıyım?

3) Çoğu zenginin eşleri neden ortalama güzellikte? Bir kaç kızla tanıştım; güzel veya ilgi çekici değiller ama zengin erkeklerle evlenebiliyorlar.

4) Kimin karınız, kimin yalnızca sevgiliniz olabileceğine nasıl karar veriyorsunuz? Benim hedefim evlenmek.

Bayan Güzel

 

CEVAP:

Sevgili Bayan Güzel,

Yazınızı büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ediyorum ki sizin gibi aynı soruları soran pek çok genç kız var. Lütfen profesyonel bir yatırımcı olarak durumunuzu analiz etmeme izin verin. Benim yıllık gelirim 500 bin doların üzerinde, sizin kriterlerinize uyuyor, bu sebeple okuyan kimsenin zamanını çalmadığımı ümit ediyorum.

Bir iş adamı gözünden bakarsak, sizinle evlenmek kötü bir fikir. Cevap çok basit, lütfen açıklamama izin verin. Detayları bir kenara bırakırsak, yapmaya çalıştığınız şey “güzellik” ile “para” ikilisini takas etmek: A kişisi güzelliği sağlar, B kişisi de bunun için ödeme yapar, gayet adil. Fakat burada ölümcül bir problem var; sizin güzelliğiniz kaybolacak ama benim param iyi bir sebep olmadıkça tükenmeyecek. Aslına bakarsanız, benim gelirim yıldan yıla artabilir, ancak siz yıldan yıla güzelleşemezsiniz. Bu sebeple, ekonomik açıdan bakarsak, ben değer kazanan bir varlıkken siz değer kaybeden bir varlıksınız. Hem de sıradan bir değer kaybı değil, katlanarak artan bir değer kaybı. Eğer güzellik sizin tek varlığınızsa, değeriniz 10 yıl sonra çok daha düşük olacak.

Wall Street’te kullandığımız bir terimden yola çıkarsak, sizin için “takas pozisyonu” diyebiliriz, “satın al ve bekle” değil. Sizi satın almak iyi bir fikir değil, bu sebeple kiralamayı tercih ederim. Çünkü alışveriş değeri düşen bir şeyi uzun süre elde tutmak hiç de iyi bir fikir değil. Aynı şey sizin istediğiniz evlilik için de geçerli.

Söylediklerim size zalimce geliyorsa şöyle düşünün; tüm paramı kaybetseydim, beni terk etmez miydiniz? Aynı şekilde güzelliğinizi kaybettiğinizde, benim de çıkış yolunu bulmam lazım.

Yıllık geliri 500 bin doların üstünde olan insanlar aptal değil; sizinle yalnızca çıkarız ama evlenmeyiz. Size, zengin bir adamla evlenme fikrini unutmanızı öneririm. Bu arada, yılda 500 bin dolar kazanan o zengin siz olabilirsiniz. Zira o kadar parayı kazanmak, zengin bir aptal bulabilme ihtimalinizden daha yüksek.

CEO J.P. Morgan