MUTLU ÖZGÜR ÇOCUKLARDIK

Standart

Seninle yakınlaşırken duyduğum korku ve güvensizliğin ilişkinin en başına ait bocalamalar olduğunu biliyordum. İkimiz de birbirimize açıkça sözler vermiştik. Evlendik. Çocuklarımız oldu. Zor günleri beraber atlattık. Kalplerimizde ve vasiyetlerimizde birbirimize yer verdik. Artık kaygılara yer yok değil mi? Ne yazık ki bu görünmez bir halat ile birbirimizi birbirimize bağlayarak ya da bir imza ile tek seferde çözülebilecek bir sorun değildi. Bizimle beraber devam etmesi gereken şeydi. Bizi kapsayan ve hep kapsayacak olan sonsuz güven bağı her daim tazelenmeye ihtiyaç duyacaktı. Birlikte geçirdiğimiz onca yıldan sonra bile… Birbirimize hala arzu duyduğumuza dair kanıt arayan korkular hep su yüzünde olacaktı. Bu doyurulması gereken cinsel arzular değildi, hayır, bu hala birbirimizle bir ömür geçirmek istediğimize dair duyulan arzulardı. Bu konudaki endişelerimin giderilmesi aklımdan geçen son şeymiş gibi davransam da bu yüzden hep endişeliydim. Ve daha da kötüsü bu endişeler beni seni aldatmaya iten şeydi. Sana ihtiyacım yokmuş gibi davrandığım ve beni hala isteyip istemediğine içerlediğim tüm zamanlar adına atmış olduğum güç göstergesi. Kabul görme ihtiyacı sadece zayıfları kapsayan bir lanet değildir sevgilim. Benim hep ama hep senin tarafından arzulandığımı bilmeye ihtiyacım vardı. Benimle yürümeyi kabul ettiğin yolda hala isteyerek mi duruyorsun? Benim için yapman gerekenleri yeterince yapmadığın ya da mecburiyetten yaptığın hissinde olduğum için sana gizliden gizliye içerlediğim anları hissediyor musun? Sevgilim sen de benim kadar korkuyor musun? Beni bu yüzden mi aldatıyorsun?

Çocukluğunda ebeveynlerinden yeterince sevgi ve ilgi gören çocuklar uzunca bir süre bu sevgi dolu ebeveynlerinin kendilerini evrenin merkezine yerleştirmelerini deneyimler. Ta ki madalyonun öteki tarafını, gerçek boyutta bireylerin şaşılası yalnızlığını keşfedene kadar.. Bu keşfetme gününe kadar hepimiz korunaklı dünyamızda hayalperest ve mutlu çocuklarızdır. Beyinlerimizde, hayal gücümüzde henüz rasyonel dünyadaki kıyaslamaların getireceği kategorizeleşme oluşmamıştır. Hepimiz nerdeyse aynıyızdır. ‘Herkes gibi miyiz, farkımız ne, nerede?’ bunları sorgulamayız. Bir çocuğun kendi normali neyse normal odur. O yüzden sevgiyi alma ve verme de sorgusuz sualsiz normaldir. Sevgiyle çevrili duvarlarımız varken biriyle yakınlaşırken korku veya güvensizlik duygusu gibi kaygılanmalar yaşamayız. Yetişkinlerin dünyasının “normali” ise kuşkucu ve kaygılı davranmaktır hatta bunu kendimizce daha anlaşılır formatlara sokarız, buna ‘temkinli olmak’ deriz. Çünkü aksini yapmak kesinlikle ama kesinlikle çocukluktur. Sanki bu kötü bir şeymişçesine ‘çocuk muyum ki’ deriz. Çocuk muyum ki hemen güvenecekmişim!

Bunları göz önünde bulundurunca yetişkinlerin ilişkilerinde, her seferinde, o çocukluktan hatırladıkları sıcak duyguları aramaları şaşırtıcı mıdır? Kusursuz sevgi talebimiz, tatmini ulaşılabilir olmayan güven ihtiyacımız ve sevgi eksikliği duyulan her anı ve anıyı kaydetmemiz, çocukluktan alıştırıldığımız o tatlı dünyayı arama isteğimizden gelir. Çocukluğa geri dönme isteğinden… O yüzden her aşık biraz çocuk ve her aşk çocuksudur. Ta ki bu aşıklar ebeveyn olma kararı alana kadar.. Zamanında sınırları ihlal ettiğimiz, tehlikeli sularda yüzdüğümüz o eğlenceli partnerimizle bu oyunlar geride kalmıştır. Tutkular, ay ışığı saatleri, mum kokuları, gece denizleri, yanan odunlar… Boş odalar, alevlenen odalar, eriyen odalar… Bunlar yok olmuştur. Çocuklar korkmasın diye canavarlar yataktan çıkartılmış, yatak altlarına itilmiştir. Ebeveyn kimliğinde bütün bunlara ne derece yer verilebilir?

Eskiden, mutlu, özgür çocuklarken iffetli “anne” , “baba” sıfatlarımıza sahip değilken oyunlara hayatımızda daha çok yer verirken birbirimizi daha çok sevmemiz ve arzulamamız anlaşılırdı. Ateşli kavgalar ateşli öpücüklerle biterdi. Şimdiyse buz gibi yatakta başkasının hayalini kurarak bitiyor. Bu sadece bizim başımıza gelen bir şey değil tabii ki, evlenmeye ve ebeveyn olmaya karar vermiş herkesin geçmesi gereken yol. Herhangi biriyle, hatta olabilecek en iyi ihtimalle evlenmek bile nihayetinde kendimizi ne şekilde feda edeceğimize karar vermekle eş değer anlam taşır. Peki neden bu yolu seçtik en başta? Evlilik neden bu kadar cazipti? Kaybettiklerimiz kazandıklarımıza değdi mi?

Seninle hep sevgili kalabilseydik, hep mutlu, özgür çocuklar olarak kalsaydık, beni yine de aldatır mıydın?

Evlilik sözümüzde “bundan yalnızca bir kaç sene sonra, şu an attığımız adım bize dünyanın en yanlış adımıymış gibi geldiğinde bile birbirimize sadık olacağımıza söz veriyoruz çünkü biliyoruz ki dışarıda daha iyi bir ihtimal yok.” deseydik birbirimize daha mı dürüst olurduk acaba? Çünkü evliliğin her ihtimali şu an bulunduğumuz noktaya eni sonunda varacaktı. Biliyor musun ben mutsuz da olsak evliliğin getireceği bu mutsuzluk türüne beraber katlanacağımıza hep inanmıştım sevgilim. Şimdiyse ben de seni aldatıyorum.

Modern çiftlerin en büyük problemi her saat başı yapılacak başka bir işin, bir görevin kuşatması altında olmalarıdır. Bu işlerin bir çoğu banal ve manasızdır üstelik. Çöpleri dışarı atmanın, kurumuş lekeleri masadan çıkarmanın, eve gelirken boya kalemleri almanın yüce ve anlamlı hiçbir tarafı yoktur. Öte yandan diğer daimi görevler ise, kendi çocukluklarını unutup çocuklarına olgun olmayı aşılama gibi, büyük sorumluluk gerektiren görevlerdir. Bütün bunlar arasında bir çift nasıl kendini hatırlayabilir, kendi kalabilir?Bunları kendi hayatından vazgeçmek olarak nitelendiren bir ebeveyn ne kadar mutlu olabilir, partnerini mutlu edebilir? Bu mümkün müdür?

Biz seninle bir oyun oynadık. Nihai istikamet olan mutsuzluğumuza yoldaş aradığımız bir oyundu. Sanıyorum ki ‘yalnız olmak mutsuz ve umutsuz olmaktan kötüdür’ diye düşünüyoruz sevgilim. Ben bir başkası oldum.. Sana söyleyebileceğim cümlelerin çok azını telaffuz eden bir başkası.. Kendi korkularından bahsedemediği için başına gelmesinden en çok korktuğu şeyi kendi yapan bir başkası.. Söylediklerim vardı elbette ama sustuklarım daha çoktu. Söylesem sanıyorum ki sözlerim içinde boğulurduk. Bende yaşasın istedim.

Sen bir başkası oldun. Göründüğünden daha katmanlı. Benim anlayamadıklarımın gizemi vardı içinde ya da senin anlatmadıklarının.. Sanırım aslında gerçekleri süslemek istedin.. Boyanan gözlerim uyanana kadar beni oraya bağlamak. Hayran olduğun göğüslerim ve karnımdan başka şey düşünmeyen sen vücuduma aşinalığından bıkmış bir halde gözlerini kaçırıyorsun artık üzerimden. Bu en çok korktuğum şeydi ve gerçek oldu sevgilim.

Bu işe girerken ikimiz de sonunu düşünmedik.

Şimdi?

Şimdi dersler çıkardık.

İkinci şans verdik mi? Tabi ki verdik, kolaya kaçtık, birincisine ihanet ettik.

Peki “Neden vazgeçmedin?” diye sorarlarsa…

Gerçek bir hünerin yeni bir hayata başlamak değil, eskisini daha az bıkkın ve alışkın gözlerle değerlendirmek olduğunu keşfettiğimiz yalanını söyleriz sevgilim.

ZAMAN DOLABINIZ BÜYÜK MÜDÜR?

Standart

– Zaman güzel bir şey midir ki?

Öyle olsaydı kolumuzda bir kelepçe gibi taşır mıydık, sanki o hep kaçmak ve biz durmadan yakalamak istercesine peşinde olan zaman avcılarıymışız gibi… Sanki küçük çocuğunun büyümesini, gözlerinin hapsinde tutarak engellemeye çalışan ebeveynlermişiz gibi.

Evet, buydu! Baktığında gerçekten çocuğunu değil, çocuğu üzerinden kendi hatalarının  yansımalarını gören ebeveynlerin, geri almaya çalıştıkları şeydi zaman. Kendi geçmişlerini  sıfırdan inşa etmek için çocuklarını kullanan ebeveynler için en hayati şey..

Ve duvarlarımıza çivilerle çaktığımız şey..

Onca soğuk metal çivilere karşılık bir türlü durdurmayı beceremediğimiz şey..

Bana kalırsa bir dolaptı bu zaman denilen şey.  Heybetli bir kavak ağacından el işçiliğiyle oyulmuş, şimdiyse oyukları tahta kurtları tarafından yenmiş, her yanı çizikler ve deliklerle dolu, çokça seneler önce rengini kaybetmiş, metalik griye çalan küf kokulu dolap. Evet benim dolabım tam olarak buydu.

İçine gömdüğüm bütün ıvır zıvırlarımı, bir daha kullanmayacağım anılarımı, asla dönüp bakmayacağım fotoğraflarımı ve ne yazık ki üzerimde imzasını bırakmamış olan insanları taşıyan ya da daha güzel bir tabirle “biriktiren” bu dolap; içine koyduğum her parçaya geçmişin rutubetini sindiriyordu. Öyle olmalıydı. Hayalimde öyleydi belki gerçekte daha güzeldir. Tam olarak bilemem.

Ne yollar katettiğimi hatırlamak için dolabı açmama gerek bile yoktu, büyüklüğüne bakmam yeterliydi. Peki ben bakıyor muydum? Hayır. Hatırlamak istemediğimden miydi? Yalnızca umursamadığımdan. Hatırlamaya üşenen zihnimde en ufak ilgi kıpırtısı yoktu dolabıma dair. Sadece benim olması fikri hoşuma gidiyordu. Bir şeylerin tüketilmiş olsa bile bunun tarafımdan yapılmasının olmasının verdiği sahiplenilmiş gurur hissi. Benim!

Peki dolabın açılma ve zamanın ortaya saçılma ihtimali korkutuyor muydu beni? Yok canım! Artık herkesin görebileceği şekilde ortada dursundu. Merak eden bakabilir, ben etmiyordum.

Çünkü özgürlüklerimizi en çok kısıtlayan şey; takip edemediğimiz zaman değil, takip ettiğimiz için zamandı! Bense onu bir dolaba tıkıp, özgür olmayı seçmiştim.

Dolabımı evime ilk aldığım gün ne zamandı hatırlamıyorum ama beraberinde parmak kadar bir çocukla beraber gelmişti. Çocuk, yelkovanın akrebi takip ederken arkasında bıraktığı toz gibi kokardı. O da benimle birlikte büyüdü. Tecrübe adını verdiğim hala genç ama yaşından önce olgunlaşmış çocuk, benim ilk çocuğum.. Ne isterdi benden inanmazsınız ama! Beni olduğum yere mıhlamak isterdi, bir adım sonrasını bilmiyor olmanın korkusuyla olduğum yere çakılmamı ve bir daha adım atmamamı isterdi. Ne komik! Hep burnumun dikine giden ben bir adım sonrasından korkar mıydım sanıyordu! Tecrübe de benimle tecrübelendi. Sanıyorum ben olmasaydım o hiç doğmayacaktı bile.

edward-hopper-morning-sun-art-print-2915

Edward Hopper – Morning Sun (1952)

Anlamakta zorlanıyordu. Görüyordum.

–  Yani tecrübelendin, zaman aktı geçti, biriktirdiklerin çoğaldı dolayısıyla dolabın büyüdü… Ve sen büyüdün bu arada. Hatta yaşlandın. Kadınların narin yaratıklar olduğunu, sanki bir dokunuşta parçalanabilecek bir tomurcuk, sert bir bakışla çatlayabilecek bir ayna, gün ışığının bir parçasına haddinden fazla maruz kalsa eriyebilecek bir buz kütlesi gibi bir anlık dikkatsizlikle çabucak ezilebilecek olduklarını iddia edenlere tüm hayatın boyunca kafa tutan sen, bir kadın olarak gücünü yitirmeye başladın. Farkında mısın? Hızını kaybettin önce, sonra çevikliğin azaldı. Derinin rengi de hafiften sarıya çalmaya başladı. Göz altların daha bir yere yakın artık sanki. Gözlerin daha kanlı bakıyor. Eskiden sana Güneş derdim, şimdiyse daha çok sönmüş Ay’a benziyorsun. Ne dediğini hiç anlamadığım karmaşık ama renksiz bir Ay’sın.

Ve kulaklarımın davetiyle buluşan sözlerinin cesareti, ekledi;

-O halde sana bakıyorum da, tılsımı yitirmeye sebep veren bir şey güzel bir şey olamaz, olamamalı! O halde zaman güzel bir şey değil?

Sanki fikrini değiştirmesini sağlamalıymışım gibi, dünya, hayır durmamış, daha çok soğumuş gibi, o anlam arayan buz bakışlarını üzerime dikti. O bana bakarken dilim dillendi.

Açıkladım, o da ısındı bana;

Zaman güzel bir şey olabilir dedim. Mesela o taze meyve kokulu ağaçların altında oturan Isaac’ın kafasına düşen elmayla “Buldum” dediği zaman. Ne aradığımızı bile bilmezken cevabı bulduğumuz zamanları düşünsene! O sisli yolların bir anda aydınlanmış olabileceği ihtimalinin yarattığı hissi. Sanki bütün olasılıkların karşımıza dizildiği ve hepsini aynı anda görebildiğimiz o ‘yolunu bulma’ hissini tattığımız zaman..

Benim için bu, tüm duygularıma tercüman olabilecek iç sesime kavuştuğum zamandı. Başka bedenlerin zihninde bulunmaktan çok yorulan ama duraklamak için bile yine başka bir zihin arayışında olan benden uzaklaşmaya karar verdiğim gündü. Kendi özgürlüklerini deneyimlemek yerine başkalarınınkini kısıtlamaktan daha çok zevk alan çevreleri ardımda bırakmaya karar verdiğim gündü.

Ne kadar güzel bir gündü.  Yol ikiye ayrılmıştı ve ben daha az tercih edilmiş olan patikayı seçmiştim. İşte bütün farkı o yolu seçmem yaratmıştı.

Hiçbir süslü sözcüğün yeterince güzel tasvir etmeme imkan vermeyeceği o iki tarafı sarı-yeşil karışımı renkte ağaçlarla kaplı yolda ellerimi bisiklet gidonlarından kaldırdım ve tekerleklerin beni nereye götüreceğini kontrol etmeden biliyordum.

Bazı zamanlar vardır ki; şu an gibi, hala o yolda olduğunu bilmek gibi.. Sonsuza dek içinde kaybolmak istediğimiz zamanlar..

İşte o zaman, zaman yalnızca güzel bir özgürlük olabilir.

6afc18115b35c879f064ad598f19c9ed

Edward Hopper – Cape Cod Sunset (1934)

VAZGEÇMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Standart

Dün gece dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, aslında hoşnutsuz olmasını gerektirecek hiçbir durum olmadığına kendini inandırarak yatmıştı yatağa. Kendine yalan söyleyerek mutlu rolüne bürünmeyi öğrenmiş tipik kadınlardan biriydi. Sağ yanında uyuyan melek yüzlü bir adam. Uykusu çok yoktu, sessizce ayağa kalktı. Sonra neden bilinmez, o hep kilitli duran kasanın anahtarını eline aldı. Niye böyle bir merak doğmuştu içine? Kilit açıldı. Kenahet gerçek oldu, kuşkuya mahal vermeyen heyecan arayışları ortaya saçıldı. Eski sevgilisine yazılmış mektuplar, resimler… Resimlerde melek yüzlü adamın üstündeki kazak çok tanıdıktı. “Bu kazağı ben almıştım ona!”

Kadın önce empati kurmak istedi. “Ne yaptığı değil  neden yaptığı önemli.” diyen iflah olmaz bir hümanistti. Önce kendini suçladı, “Benim yüzümden mi yaptı? İlgim mi yetersizdi, sevgim mi? Ben mi yetersizdim?” Kısa bir sorgulamadan sonra yargılayıcı düşünceleri ok gibi adama doğruldu. “Peki neden?” diye sordu.IMG_9079

Bir söz okumuştu, onu düşündü sonra… “Eşlerden birinin, diğerini umursamadığı için bir gönül macerasına yelken açması nadiren görülen bir durumdur. İnsanın partnerini aldatma zahmetine katlanması ve bunu bu denli gizleme çabası içinde yapması için genelde onu epey önemsiyor olması gerekir.” Gizlemek yerine niye ayrılmadı ki o halde diye sordu kendine…

Gecenin o saatinde ay bütün görkemiyle parlarken, kendi sönmüş kalbine bakıp bir karar verecekti. Ya görmemiş gibi  yapıp savaşacaktı, ya da oracıkta vazgeçekti…

Ne kadar düşündü, kendine gelmesi ne kadar sürdü bilinmez. Ama zaman durdu o anda, tik tok’lar durdu, deniz durdu, rüzgar durdu, kalp durdu. Oteller, tatiler, haritalar, planlar, hayaller, anılar, büyük aşklar yoktu artık. Kadın da kendini sokağa attı.

IMG_9071

Nefessiz kalana dek koştuktan sonra, tekrar nabzının düzeldiğini ve rüzgarın yeniden esmeye başladığını hissettiğinde kadın, zamanı sondan başa doğru geriye sardı. Bütün zamanlar  birbirine karışmıştı, daha düne kadar ölesiye sevdiği adamı şuan ölesiye yitirmişti. Şuan var mıydı, an şu an mıydı? Dün hiç yaşanmış mıydı? Ne kadarı yaşanmıştı. Film şeridini geriye sararken kadın farketti ki aslında yaşanan her şey; kendi yanılgıları, yanılsamaları ve olmasını düşlediği ideal geleceğinden ne kadar feragat edebildiğini kanıtlayan yetinme kabiliyetiydi.

Kadın yüzyıllık beyin uykusundan uyanmışcasına birden hatırladı. Kadın her küçük detayda adama sevildiğini hissettirirken, adam hiçbir detayı farketmemişti. İlgisiz kalan her şeyin  çürüdüğü, öldüğü bilinen bir gerçektir. Kadının da aslında sineye çektiği hayalkırıklıklarıyla dolu çürümüş bir bedeni vardı. Sadece o bedeni en güzel, çiçekli, renkli elbiselerle örtebilecek kadar sevgisi de mevcuttu.

Adamı düşündü, doğru insan zannettiği adamı. Aslında ne kadar özgüvensiz ne kadar güçsüzdü. Kadının, adamı hep bir koruyup kollama, sefkat verme isteği aslında adama içten içe duyduğu acıma hissine dayanıyordu. Acıklı bir biçimde özgüvenden yoksun, ne kadar çekici olduğundan emin olmayan, başkaları için sevilir ve istenir olup olmadığını tekrar tekrar öğrenmesi gereken erkek ne çok tehlike arz eder. Bu doğru bir sözdü. Adam tam da böyle biriydi. Ne ironiktir ki hayallerini adam için küçültmeyi öğrenmiş bir kadın, o küçük hayallerinden bile ihanet görmüştü.IMG_9081

Doğru insan sanılan şey mükemmel tamamlayıcılık, kusursuz ilişki algoritması gibi soyut bir düşünceden ziyade, benzeşmezlikleri hoş görme yeteneğidir. Uyuşmak aşkın bir kazanımıdır, önkoşulu olmamalıdır. Kadın hep buna inanmıştı. Bütün o empati, bütün o hoş görme meziyeti işte bu düşünceden geliyordu. Ama hatalıydı, bütün o hoşgördüğü şeylerin alt notalarında sevilmemişliğin kokusu olduğu gerçeğiyle ilk defa yüzleşiyordu. Adam, kadını sevmemişti. Ya da geleneksel sevgi kanunlarının dışında “kendince” sevmişti.

“Romantizmin bakış açısında her şey çok nettir: insan hem birini sevdiğini -dolayısıyla müşterek hayatlarına kıymet verdiğini- söyleyip hem de gidip bir başkasını sevemez, başkasıyla olamaz. Böyle bir felaket gerçekleşmişse, ortada sevgi mevgi yok demektir. Üstelik bir insanın sevdiğini söylediği insana yapıp yapabileceği en beter şeydir. Tekeşlilik kökleri çok derinlere uzanan bir fedakarlıktan ve karşı tarafın gelişimi ve iyiliğiyle sahiden ilgilenmekten kaynaklanır. Ve sevginin en doğal halidir. Akıl sağlığı yerinde bir insan, eğer gerçekten sözlerindeki gibi “sevmişse” ancak tek bir kişiyi sevmek isteyebilir.”

Geri alması gerekti kadının. Çok vermişti, çok sevmişti şimdi herşeyi geri alma zamanıydı. Kadına sevmeyi öğreten adam şimdi vazgeçmeyi de öğretecekti…

Ve kadın gitti.

Yanına hiçbir şey almadan. Bütün kalbini o geceye boşalttı.

Gözlerinin bakışı, ışığı bile değişti. Bir anda! Yıldırım çarpmışcasına!

Yarın yeni bir gün olacaktı. Ve yarın çok daha parlak bir gün olacaktı…

IMG_9072

Vazgeçme eylemi umudun tükendiği an gibi görülse de bir diğer yandan kendi adına ilan ettiğin bir devrimdir. Başkalaşmaya giden yoldaki ilk adım, değişimin ta kendisidir.

Sevdiğin şey uğruna kendinden vazgeçmeyi reddetme kararıdır. Mutluluğu mutsuz olduğun yerde aramaman gerektiğini öğrenmiş olduğunu gösterir ve böylelikle biraz daha büyüdüğün biraz daha olgunlaştığın gerçeğini farkedip kendinle gurur duymanı sağlar.

Bazen önümüzde tek alternatif var zannederiz. Tek mutlak doğrumuz ve tek hedefimiz olur ve biz durmadan aynı alternatifi deneriz. Ve o gerçekleşmediğinde yoruluruz, kırılırız, hayal kırıklığı yaşarız. Peki ya başka alternatifler kazandırıyorsa, aynı şeyde diretmek kazanç mıdır? Tek gördüğümüz daha doğrusu görmeyi seçtiğimiz aslında tek değildir, sadece bizim görüş alanımızda o vardır. Biraz daha maceraperest bir gözle bakarsak güvenli bölgeden çıkıp yeni heyecanlara atılabildiğimizde, büyük resme odaklanabildiğimizde aslında dolaylı olarak bir nevi vazgeçiş gerçekleşir. O olur, sen yapmazsın. Bu bir eylemden çok bir oluştur. Olması gerekendir. Aptallığından vazgeçmeye, ısrarcılığından vazgeçmeye, üstünü başını kirleten tozdan isten vazgeçmeye başlarsın. Varlığını doyurmayan işlerden, gelişmenin mümkün olmadığı yerlerden, ruhunu tatmin etmeyen ilişkilerden koparsın. Bu vazgeçiş bir diğer manasıyla farkındalıktır.

IMG_9075

Aşkta da aydınlanmamız aşkın müfredatından geçmemize bağlıdır; bu da aslında aşkın aşama aşama bir ders gibi öğrenildiği ve aşkta öğreneceğimiz son dersin de gerektiğinde vazgeçmek olduğunu farketmekle olur.

Şimdi elinize hayali bir makas alın. Size iyi gelmeyen bütün bağları kesin. Geçmiş hesaplaşmalarını, tüm karmaşık dialogları,  tüm kırıcı sözleri, tüm korkutucu düşünceleri, değerinizi bilmeyen insanları… O insanın ‘kendini önemseme balonu’nu patlatın! Herkese, her düşünceye ‘ben daha önemliyim’ deyin!

Kesin, kırpın, vazgeçin.

Özgürleşin!

Güzelleşin!

MARKSİST BİR AŞIK OLMAK

Standart

Marksist bir düşünceye göre “Aşk arzulanır ama kabul edilemez, çünkü gerçek benlik ortaya çıktığında mutlaka hayal kırıklıkları yaşanacaktır. Buna göre gerçek benliklerimizi sakladığımız süre boyunca yaşanan gerçekliktir aşk ve sonradan yitirilecek bir aşk armağanını kabul etmenin hiç bir anlamı yoktur.”

Bu yaklaşımı kanıtlayan tecrübe adındaki soğuk gerçeklere anılar yöntemiyle bakış attığımızda, kendimi görürüz. Uzaktan bir kamerayla bakarmışcasına odanın bir köşesinde oturan kendimize bakarız. Biraz hayal kırıklıklarının yarattığı şok, biraz kırgınlık ama en çok da zekamızı küçümseyen bu duruma koyulmaktan ötürü duyduğumuz öfke ile tekrar tekrar kendimize sorarız “Ben gerçek kişiliğini nasıl anlayamadım? Ben O’nu nasıl tanıyamadım?” Marksist düşünce işte bu buz gibi tecrübelerin gerçekçiliğinden yola çıkarak, aşkı gerçek kimliklerin gizlendiği halüsinasyon evresi olarak niteler. “Beni seviyorsan yeterince tanımıyorsun” diye düşünür Marksist ve “yeterince tanımadığına göre de tanıyana kadar sevgine alışmak delilik olur.”

Yalnızca aşk olarak ele almayalım konuyu. Birini sevdiğimiz zaman, o kişide olan ve çoğunlukla olması istenen güzel özelliklere odaklanırız.  Binlerce güzel tanımlama yakıştırırız o insana. Arkadaşlıkta, ikili ilişkilerde de bu durum böyledir. Ne kadar şanslıyızdır hep, böyle bir arkadaşımız, dostumuz, sevgilimiz olduğu için… Aslında gören gözün güzelliğidir orada konuşan. Gören göz öyle görmek istemiştir de ondan güzeldir penceresine sığdırdıkları.

IMG_4234.jpg

LAURE PROUVOST “Ideally here would be a door to lost hopes” (2015)

Sevileni daha yakından tanımanın yarattığı hayal kırıklıkları kafamızda bestelediğimiz kocaman bir senfoniyi bozuk notalarla alt üst edebilir. İlk görüşte aşık olduklarımız, ya da yeterince tanımadan sevgi verdiğimiz kişiler kafamızda bestelediğimiz kusursuz bir senfoni gibidirler. Kafamızda violonseller keskin ve tiz ses çıkarmazlar ya da vurmalılar biraz fazla gürültülü hissi uyandırmazlar. Ne zaman ki o senfoni kafamızdan çıkıp sahnede çalınmaya başlar, o zaman melodiler zihnimizdeki şiirselliğini kaybetmeye ve gerçek tiz sesleriyle kulak tırmalamaya başlarlar. Hayalimizde yarattığımız o meleksi varlıklar uçuştukları yerden yavaşça alçalarak ayaklarını yere basıp gerçek birer insana dönüşürler. Sevdiklerimiz, geçmişleriyle ve gelecekleriyle yani tamamiyle fiziksel gerçeklikleriyle capcanlı bir insan olarak karşımızda durduğunda, aşkın ve sevginin çöküşüne ilk tanık olma evresine gelmişiz demektir. Ve sonrası da aynı hızla çorap söküğü gibi gelecektir.

Neden birisini severken, o kişi kanatsız melek yapılır, her türlü güzel değere layık görünür? Albert Camus bununla ilgili şöyle demiştir. Kendimizi dağınık hissetmemize karşılık başkalarının dışarıdan bakınca fiziksel ve duygusal olarak son derece derli toplu göründüğü gerekçesiyle aşık olduğumuzu ileri sürmüştür. Yani kendimizdeki çelişkilere rağmen, tutarlılıkları olan birini, yaptığımız yanlışları yapmayan birini, kendimizde bulduğumuz eksikleri görmediğimiz birine aşık oluruz. Kendimizdeki eksiğe sahip olmadığından onu kafamızda mükemmelleştirip mükemmelleştirip ilahi bir tahta oturturuz. Sanki onda başka yanlışlıklar ve farklı eksiklikler olamazmışcasına onu uzayda bizim için kodlanıp gönderilmiş, yeryüzündeyse eşi benzeri olmayan bir mükemmellikte idealize ederiz. O kişi de bu denli güzel görüldüğünü gördükçe – tıpkı aydadaki yansımasına aşık olan Narcissus gibi – kendini daha değerli hissetmeye ve daha güzel görmeye başlar. Ona bakan gözler ona öyle değerler atfeder ki, O kişi de bu değerlere sahip hissetmeye başlar kendini.

3565

LAURE PROUVOST  “Ideally we won’t be lost in history” (2014)

O nedendir ki ilişkinin sonuna gelindiğinde şu sözler mutlaka dökülür aşığın dilinden: “Beni daha iyi biri yapmıştın…”

Aslında bu cümleye verilecek yegane cevap şudur:

“Seni daha iyi biri yapamadım. Çünkü daha iyi biri olabilmek için gereken donanıma sahip olsan bile bunu uygulamaya geçirmeye yetecek bir kapasite başkasının senin için çabasıyla yaratılamaz. Yalnızca sevildiğin ve sevildiğini bildiğin dönemde daha iyi biri GİBİ olmuştun evet çünkü hiçbir aklı başında insan sevgiyi kaybetmek istemez. Sevginin karakterimizi şekillendirmede ne kadar ustaca bir yol izlediği tartışmasızdır. Ne var ki oturmuş karakterler yeniden şekillenemezler. Sadece  gerçek kişilikler -belli bir süreliğine- gizlenebilirler. Sadece gerçek kişilikler -belli bir süreliğine- oynadıkları oyundaki rollerini severler ve benimserler. Ama uzun vadede Marksist birinin de kolaylıkla söyleyebileceği gibi; gerçek benliğin sahneye çıkışıyla oluşan hayal kırıklıkları aşk kırıklıklarını da doğurur. Ve yine Marksist bir düşüncenin iddia edebileceği gibi aşk diye bir şey aslında hiç var olmamıştır. Sadece yeterince tanınmayana ve bilinmezliğe duyulan merak ve hayranlıktan ibarettir aşk. “Belki de aradığımız daha yeşil çimenler değil, bizim olmadığı için hayranlık duyabileceğimiz – bakımlı olsun ya da olmasın –  çimenli bir bahçedir.”

“İşin başında aslında “Sen kimsin?” diye sorulan potansiyel sevgilim beni görüp, benim davranışlarıma ve ihtiyaçlarıma bakarak “Ben kim olmalıyım?” a karar vermişti. Aslında sıkıntı şuydu ki: kendi bile kim olduğunu bilemiyordu. İnsanların onun hakkında düşündükleriyle, kendisinin kendisi hakkında düşündükleri ve aslında gerçekte kim olduğu iç içe geçmiş ve durmadan çelişen paradokslar gibiydi. Kendisini henüz bulamamasına rağmen, beni bulmuş olmanın sevinciyle gözlerime baktı. Gözlerimdeki kendini çok sevdi. Çünkü benim gözlerim O’nu çok sevmişti.  Gördüğümü zannettiğim insan olmayı seçti. Bu rolü benimsedi, çok da yakıştı bu rol ona. Ama her perdenin bir kapanışı olduğu gibi bu rolün de bir miladı vardı. Sonsuza dek ne denli oynanabilirdi.” 

İlişkideki geri dönülmez çöküş işte tam da yukarıdaki gerçeklerle yüzleşmenin sonucunda, sevilenin gözde masumiyetini yitirişiyle son bulur. Anılarda kalan bir kaç karedeki mutlulukla gülen gözler kalır geriye. Ama neden gülümsendiği hatırlanmaz.

 

 

CAROLINE, OKYANUS VE PABLO NERUDA

Standart

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim, şöyle diyebilirim: “Gece yıldızla dolu ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta.” Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim çünkü sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara. Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece, kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında. Sevdi beni o, ben de onu sevdim bir ara. O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama…

Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla, duyup geceyi onsuz daha engin geceyi… Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa? Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana. Hepsi bu! Uzaklarda şarkı söylüyor biri. Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca. Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi…Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana.

Sevmiyorum artık onu doğrudur, oysa ne çok sevmiştim… Sesim rüzgarı kollardı kulağına değmek için… Başkasının, bir başkasının olacak, sesi, ışıltılı teni, derin gözleri… Ellere yar olur, öpmemden önceki gibi.

Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona 

Pablo Neruda

Görkemli bir tiyatro sahnesinde, yüzünde bir ton makyajın, üzerinde rolle beraber büründüğün kostümün. Tam da repliklerinin en vurucusunu söylemek üzereyken sen, bir anda seyirciler kaybolur, dekor ortadan kalkar… Kişiliksiz bir yerde, seni duymayacak bir seyirciye anlamsız sözler sarf ediyorsun gibi gelir O gidince… Böyle tarif etmişti bir tiyatrocu ‘kaybedilen’ i… Kaybettikten sonra…

Şiir, roman, tiyatro gibi sanatın bir çok alanında eserlerin hep acılardan sonra doğduğunu izleriz. Çoğunun özellikle aşk acısından sonra…

Neden aşk şiirleri kayıplardan sonra yazılır? Neden aşkın alevleri seninle aşkın içindeyken bu denli şairane dans etmez de ayrılınca tango partneri yapıverir seni? Gitmelere gerek kalmadan değer anlaşılmaz mı, aşk şarkıları yazılmaz mı?

Bu yanılgı sadece aşkta değil, hayatta hep olan şey değil midir? Nerede değilsek, orada daha mutlu olacağımızı zannederiz. Bomboş, izole bir adayı hayal ederiz çoğu zaman. Bir deniz olsun, bir de balık… Elimizdeyse şehrin ışıkları, gürültülü müzikleri, koşuşturan insanları vardır. Şikayet eder dururuz.

Sonra bir gün olur şehir seni atıverir kalbinden, gönderir sürgüne uzaklara… Sanıyor musun sana sadece bir deniz yetecek bir de balık? Özlersin. Sesi, ışığı, gürültüyü, kavgayı, coşkuyu… O gözüne korkunç görünen devasa binaların kirlettiği havadan bahsedip şikayet etmeyi bile özlersin. Çünkü giden gittiği kadar güzelleşir ve gittikçe daha da güzelleşir.

Aşka neden ihtiyaç duyulur en başta?

Bir kişinin kimliği ve benliği toplumsaldır. Bunun içerdiği en büyük tehlike varlığımızı açıklayabilmek, ona geçerlilik ve anlam kazandırabilmek için başkalarına ihtiyaç duymamızdır. Aşk da öyledir, bize bizi yansıtır. Varlığımızı izleyen bir başkası, davranışlarımıza tepki gösteren *ayna varlık* lar olmadan var olamayız, kendimizi bütünüyle göremeyiz, kişiliğimizin sınırlarını çözemeyiz. ‘Ben kimdim ki başkaları olmadan yanıtları bulayım?’

Stendhal ‘ben’ in bütünüyle bağımsız bir yapısı olmadığını ve başkalarına ne kadar da gereksinim duyduğunu anlatabilmek için “insan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi kendi kendine edilebilir” diye yazmıştı. O halde aşk yaşamak ve sevilmek de karakterlerimizin oturabilmesi için gerekli olan bir ihtiyaçtı.

İnsanın bu derece kendi kendine yetemez varlıklar olması her zaman bir eksik ve belirsizlik doğurur. Onun için değer yükleriz insanlara, onun için severiz, onun için sevilmeyi umut ederiz. Onun için yazarız, şarkı söyleriz, bağırırız, aşık oluruz. Hepsinde dünyayla etkileşimde olma çabası, hepsinde bir iz bırakma isteği vardır. Hayatımıza anlam katmaya çalışıyoruzdur.

Kaybetmek ise insanın kendine olan inancını kaybetmesine neden olur. Umudu temsil eden bir virgül yoktur artık ortada. Tüm heybetiyle, umudun bitişini, korkunun kaynağını simgeleyen bir nokta koyulur cümlenin sonuna. O yüzden kaybetmek yalnızca kaybedilenin acısını taşımak demek değildir, inandığın değerlerin de kaybolmasıdır. Bir zamanlar hissettiğin tüm hislerin… Sana ayna olan kendi gerçekliğinin kırılmasıdır. Onda görüp hayran olduğun her bir davranışın, sevgiliyle konuşmayı diğerleriyle konuşmaktan ayıran o iki kişiye özel ortak dilin, farklılıkları şakaya dönüştürebilen esprilerin, kurulan samimiyetin, ufak jestlerin kısacası iki kişinin oluşturduğu yeni dünyanın başa yıkılmasıdır.

İlişki içerisinde geçen sıradan bir günün bile değeri artar anılarda. Çünkü artık o yoktur. Bütün geçen zamanlar geçip bitmiştir ve bir daha tekrarlanmayacaktır.

Ve özlenen gerçekte kişiler değil, yaşanmış güzel duygulardır. O nedenle kaybedince daha çok hissedilir. Nasıl ki güneşli bir günün özlemi bulutlar gelince hissedilirse…

Caroline çok sevmişti. Hatta ilk kez sevmişti. “Ben herkesi sevdiğimi düşünürdüm, hep kalbimin atışına göre yaşadım ömrümü. Ta ki onunla tanışana kadar… O benim için ilk gerçek aşktı. Üstünü örttüğüm ilk erkekti, ilk yemek yaptığım…”

“İlişkimiz bittikten sonra ilk yaptığım okyanusa atlamak oldu” dedi. “Küçüklüğümden beri öyle yaparım, bir yerim kanadığında, ya da yaralandığımda direk okyanusa atlayıp tuzlu suyun yaralarımı iyileştirmesini beklerim. Okyanusun yaralarını temizlemesi gibi başka bir his yoktur. Yaraların amacı odur, canını acıtır. Vücudunun sana bazı şeylerin senin yararına olmadığını gösterme şeklidir bu. Canın yanar, yanar, yanar, son noktasına kadar acı çekersin… Bu iyileşme yolunda olduğunu gösterir. Acı çekmeden iyileşemezsin. İçin de aynı bu şekilde sızlıyorsa bu senin yararınadır. Bu sızının bana geçmişte yaşanmış ne varsa, bana uygun olmadığını gösterdiğini biliyorum. Böylece aynı hataları bir daha yapmayacağım.”

“Okyanus hatalarını da silip götürebilecek mi?” diye sorduğumda ona bana en büyük hatasının her şeyin en güzel olduğu zamanda bunun farkında olamayacak kadar kör olması olduğunu söyledi.

“Keşke insan hayatının en güzel anını yaşadığını o anın içindeyken farkedebilse… İnsanın laneti bu sanırım. Her şey yitirdikçe berraklaşıyor. O günün hayatımın en güzel günü olduğunu bilmem gerekirdi! O zaman ne geçmiş ne de gelecek ile ilişkilendirirdim o anı. Doğrudan saf katıksız yaşardım, yalnızca anımı yaşardım. İliklerime kadar hissederdim mutluluğu. İçime çekerdim tutardım, nefessiz kalırdım hatta… O an geçtikten sonra yerine hiçbir şey koyamayacaksam nefese kimin ihtiyacı var ki bir daha? Hayatımın tam göbeğinde bir çukur oluşması gibi, çukur kaldı bazı yerlerim. Su hiçbir zaman yeterince yükselmeyecek orada, hiçbir bulut o çukuru doldurabilecek kadar yağmur bırakmayacak belki de. Sonradan dökülen hiçbir toprak kaybedilen doğal toprak gibi natürel olmayacak, yerini beğenmeyecek. En saf ırk çiçekler orada açamayacak bir daha.”

Ve en çok merak ettiğim soruyu sordum Caroline’e; “Ne değişirdi bilseydin? Bilseydin ki hayatının en güzel gününü, gecesini, bayramını yaşadığını… Mutluluğun doruğunda olduğunu farketseydin? Anda ve farkında olsaydın? Takdir edebilmek için bu anların geçip gitmesini beklemeseydin neyi değiştirirdin?  Tutsaydın yakasını o anın, koparsaydın düğmelerini, sen buradasın, artık sonsuza kadar bir yere gidemezsin, sen benim sonsuz anımsın. Ben bunu kaybedemem o yüzden değerini bileceğim diyebilseydin ne değişirdi?”

“Mutluluk çok nadir rastlanan bir olgu olduğundan, kabullenmesi de bir yığın korku ve kaygıyla beraber gelir. Terkedilme, yeterince sevilmeme, karşılık görememe gibi paranoyalara sarar seni. Mutlu her anın içinde bir miktar korku ve bir miktar karamsarlık vardır. Mutluluk hep gelecek zaman kipinde aranır o yüzden, hep bir hedeftir. Sahip olunduğu andayken bile cennetin başka bir yerde olduğunu varsaymak… Cennet o yüzden cennettir. Her şeyin farkındalığının olduğu tek yer. En güzel anını tekrar moduna almak gibi. En sevdiklerini hep yanında tutabildiğin bir sonsuzluk adası. Kayıplarının üstünü toprakla örtmediğin bir yeryüzü. Gece uyurken üşümesin diye çiçeklere sardığın çocuğunla uyuduğun kocaman bir beşik. Beşikte sallanan iki güzel ruh. Kenetlenmiş ama kanatlanmamış. Kanatları yok ki, o yüzden uçmuyorlar, gitmiyorlar bir yere. Hep buradalar. Anın farkındalar çünkü biliyorlarlar ki, bugün hayatlarının en güzel günü çünkü sadece birbirlerine sahipler. Bugün hayatlarının en güzel günü. Bugün hayatlarının en güzel günü…”

“Büyümek, dünyanın büyüsünü kaybetmesi demek değildir” dedi en son. “Kayıplarla büyüyoruz, kaybettikçe büyüyoruz. Büyüdükçe de mutlu anların ne kadar değerli olduğunu  farkediyoruz. Kaybedilene yazılan şiirleri okuyun, Pablo Neruda’yı okuyun, okyanusa girin, yaralarınızı iyileştirin. Ve bir daha mutlu olduğunuzda buna sıkıca sarılın, anınızın değerini daha iyi bilin.”

‘Güzel’ Bir Panzehir

Standart

“Bir gün O’nu buralara getireceğim ve O buraların değerini anlayacak!” demiştim, bana dönüp “Bir gün O’nu buralara getireceksin ve O senin değerini anlayacak!” dedi.

Lake-HD-Desktop-Wallpaper-700x393

Deniz ağaca aşık olmuş, ağaç denize dalını uzatmış ve bankta oturmuş bu saf aşka şahitlik yapan küçücük bir kız çocuğu var. Lüle lüle kumral saçlı, sarı elbiseli… Kız çocuğunu o portreden çıkarsam tablo bambaşka bir hal alır. Oysa ki her şey olması gereken yerde. Güneş gerektiği kadar yakıyor, rüzgar gerektiği kadar esiyor.

Öyle güzel bir yerdeyim ki; bahçe gördüğüm en güzel bahçe çünkü onu ben görüyorum. Deniz girdiğim en arındırıcı deniz çünkü ben tenimde hissediyorum. Her zaman duyamadığımız kuşlar bile bugün ötüyorlar. Onlar bile benim için uçuyor adeta. Belki dans ediyorlar, aşkı kutluyorlar. Güzel ne varsa tam burada şu an, benim baktığım yerde…

Hiç burayı başka bir yere değişmem dediğin oldu mu? Benim oldu. Burayı sana hediye etmek isterdim. Yalnızca sana!

ws_Fields_Dirty_Road_&_Big_Clouds_1920x1200

Bir yeri gerçekten sevdiysen, o yeri tek bir kişiye hediye etmelisin. Sadece bir kişiyle paylaşmalısın, yalnızca bir kişiye vermelisin haritayı böylece seni orada bulabileceğini bilsin. Kimse seni bulamazken o seni adım adım takip edebilsin mutluluğa kadar…

Bir yeri sahiplendiysen, yalnızca bir defa geçmelisin o yerin içinden, tüm duygularınla… Yalnızca bir defa gözlerini kocaman açmalısın ki o gözler kaydetsin her bir kıvrımı, her bir çigiyi ve her bir dalgayı. Pır pır eden ruhun, gözlerinden beynine çıkmalı, beyninden karnına inmeli ve sonra tekrar beynine çıktığında sönmemeli, ruh beyninin içinde sonsuz bir meşale gibi yanmalı. Yanmalı ki kalbin hep hatırlasın.

Tek bir ziyaret ve sonra bir daha gelmemelisin! Eğer güzelliği sonsuza dek muhafaza etmek niyetindeysen; ilk günkü, seni büyülemiş mucizevi saniyesinde dondurup zamanı, anılarına orada demir atmalısın.

İkinci defa aynı yere gittiğinde, yine seversin, ama bu defa ağaçların kurumuş dallarını farkedersin. Belki çatlak çatlak olmuş, susuz yaz etkisindeki toprağı… Güneşin çok fazla ısıttığını da söyleyebilirsin, hatta tenini kuruttuğunu. Kuşların ötüşleri yerine yalnızca sinek vızıltılarını duyabilirsin.

Üçüncü defa orada bulunduğunda seni cezbeden her bir detayın yavaş yavaş bayatlamasına şahit olursun. Yani orada güzel olan ne varsa, güzel olmayan anılarının istilasına uğrar ve kaybedersin orayı. Toprağını kaybedersin, beyaz bayrağını çekip uzaklaşman gerekir. İnsan tekrara düştükçe düşünür ve düşündükçe sorunları yoktan var edebilir. Aşkın ölümü önlenemez. Sahip olduğun o cennet eni sonunda düşecektir gözlerinden. O yüzden bir manzara bir defaya mahsus özeldir.

25698498074_ec8bcf6385_b

Sevgili bulut, eski resimlerden tanıdım seni. Sen o beyaz dağların dimdik indiği, benim o güne kadar görmüş olduğum en cazibeli adaya, çok defa gitmişsin bundan önce… Çok defa ve hatta oraların değerini anlayamayacak insanlarla… Sen oraları bir sürü çalıyla çırpıyla, bir sürü ikinci el anıyla, bir sürü kirli çamaşırla, pis kokulu yosunlarla harcamışsın! Harcamamış olsaydın eminim sen de benim kadar büyülenmiş olurdun. Bileği çiçek dövmeli bir hapishane. Sen kendini, kendi fotoğrafının içine hapsetmişsin. Ve ikinci kez, üçüncü kez ve hatta bir çok kez daha gördüğünde hep gördüklerin anı artıkları olmuş. O yüzden artık simsiyah bakıyorsun ya, her yeşile, her maviye… Ve artık yağmur yağdıramıyorsun bile buralara çünkü yağmana sebep olacak ilhamını kaybetmişsin.

Bense ilk ve son kez görüyorum burayı. Ne büyük bir şans! Güzellik benim gözümden damla damla damlıyor. Hem de su tuzlu bile değil. Baktığım yerler gökkuşağı.. Böylesine bir saflık, tenimi ferahlatan oksijen, renk cümbüşü… . Buraya başka birini getiremem o kadar özel ki, yalnızca sen görmelisin. Benim gibi bakmasan bile sorun değil ben sana anlatırım, sen de benimle yaşarsın burayı eminim.

2d82acf52b914cb6a38da2c1daa1fe8d

Biliyorum güzelliği yüceltmek, ödüllendirmek üzerine kurulu değil bu toplum, aksine güzel olanı lanetleyip yok etmek isteyen çirkin insanlar tarafından yönetiliyor bu sistem. O yüzden bu bir roman olsa– bu anı yok edebilmek için gözlerimi oyup beni kör etmek isteyen bir karga çizilirdi bir yerlere. Çatışma olmazsa roman da olmaz. Ve her şey salt güzel olamaz, “güzellik de kontrol altına alınması gereken bir tehlikedir.”

Ama burada güzellik kontrol altına alınamaz derecede dağılıyor, büyüyor, genişliyor. Halka halka etrafını aydınlatıyor. Yeniden doğmak gibi… İnsanın içinden sonsuza dek burada saklanası geliyor…

Ve ben bir gün seni buralara getireceğim, söz veriyorum!

Ve sen buraların değerini anlayacaksın.

Ve sen benim değerimi anlayacaksın.

Şu bir gerçek ki gördüklerini, senin geçtiğin yollardan geçmeyen biri senin gözlerin gibi göremez. Eğer insan az yaşamışsa; gördüğü güzelliklerin değerini bilmez; daha nicelerini göreceğim yanılgısına düşer durmaksızın… Eğer insan çok yaşamışsa; bıkkınlık gelmiştir, gözlerindeki yorgunluktan baktığı yerleri çürütür, içi gibi. O nedendir ki denge çok önemlidir. Dengesini bulmaya karar veren kişi için az-çok yaşamış olmanın bir önemi yoktur çünkü o kişi her defasında öldürür kendini, yeniden doğabilmek için…

Benim kişisel reenkarnasyon dediğim bu olay okuduğum bir romanda ‘hayat’ olarak tasvir ediliyordu; “Deneyimlerini anlamak yerine, kendini kurban ilan edip üzüntüye kapılanların, kendi kendilerini imha etmeleri biyolojik olarak doğaldı. Doğal eliminasyondu bu. Beyinleri adım adım sanki devreleri kapatıyor ve “deneyimle baş edemiyorsan öl” diyordu bedene, Öl, belki sonra bir daha doğarsın, bir daha doğar, belki o zaman anlarsın… Hayatın sana ne anlatmak istediğini, anlayana kadar buradasın, acıdasın, gerekirse ölür ve yine doğarsın.”

Bazen alman gereken dersi almadığın için ve yaşadığın tecrübelerin anlamlarını analiz etmeyi reddettiğin için aynı dersi daha büyük darbelerle tekrar alabilirsin. Bu da gayet doğal. Karşına bu doğa üstü güzellikleri çıkaran yaşamın matematiğinin de belli formülleri var. Ölüp doğmak da çok aşamalı bir süreçtir, siyah-beyaz gibi değil. Solarak kaybolursun ve parlayarak doğarsın… Bazen aynı sebepten iki defa…

Herkesin yeniden doğmuş olduğu bir yer vardır. Belki gitmekte olduğu, önünde kat etmesi gereken binlerce kilometre olan bir otobanda yeniden doğar insan. O zaman o otoban sana özeldir, oradaki mutlu yalnızlığı yalnızca sen görürsün. Ya da yalnız değilsindir  yolda, beraber ilerliyorsunuzdur; o zaman o yol “sizin” olur.

Yalnız bir defa ilerlemelisin o yoldan. Aynı otobandan üç defa geçip aynı başkalaşımı yaşamayı beklememelisin.

Ben o yoldan geçtim, çok güzel bir patikaya çıkardı beni.

Karşımda bir deniz…. Masmavi… Ağacın dalları aşağı doğru eğilmiş, denizin yüzünü okşuyor. Ardında minik bir bank var küçük bir kız çocuğunun oturduğu… Belki 9-10 yaşlarında olan sarı elbiseli kız çocuğu bir sır saklıyor. Suratında muzip bir gülümseme var, sadece kendine ait olan bir sırrı olmasının keyfini çıkarıyor.

Kendine ait, gizli bir yeri olmasının keyfini çıkarıyor.

“Büyüdüğümde tek bir kişiyle paylaşacağım burayı!” diyor, ve “O buraların değerini anlayacak!

Kimbilir kaçıncı defa doğdu o kız çocuğu!

Şimdi büyümüş olan o küçük kıza, denizin yansımasından bakarak:

“Bir gün O’nu buralara getireceksin ve O senin değerini anlayacak” diyorum.

A-POLITIK-

Standart

Deniz ilk dalışımdan beri maviydi. Kimileri deniz hepimizin giriniz dedi.

Kimileri deniz bizim denizimiz dedi, yüzdürmedi.

Kimileri deniz kirli, tehlikeli derken kimileri deniz temiz girip kirletmeyin dedi.

Sonunda deniz yine maviydi.

Fakat yalnız kalmıştı mavi. Artık yalnız bir renkti.

Yakasının dört bir yanından çekiştirilen deniz sonunda kendi haline terkedildi. Kimse sahiplenememişti, ve kimse sahiplenmek isteyeni sevmemişti. Sevgisiz kalmıştı deniz, cıvıl cıvıl insanlarına hasret kalmıştı.

Bir tek yaşlı bir teyzesi kalmıştı denizin. Gençliğine dair bir kaç anıdan kalma bir denizi sevmişti.

O anılar uzay boşluğunda sonsuza kadar  döner döner dururdu. Daha önce söylemişlerdi aşk dediğin bir kaç mutlu andan ibaret ve anıların sonsuzluktaki tekrarları… O da denize aşıktı ve anılarının tekrarlarıyla hafızasında kalan denize hala aşık. Hala aşık. Kimse sevmese de ben severim diyordu, rengi solsa da severim, defolu olsa da severim, tam kalbinden kanamaya başlasa da severim, kan kırmızı deniz olsa yine severim.. Üstelik sahiplenmeden seviyordu. “Benim olmalısın!” egosuyla kurgulanan sevmelere inanmazdı. Sahiplenmeden seviyordu, “bir gün bir başka küçük kızın denizi, torunlarımın denizi olacak ya ” diye el sallardı. Denize. Hoşçakal’dan çok Merhaba der gibi !

Hep umutluydu.

Son güne kadar umutluydu.

Bu deniz dinmez, bu deniz inmez, bu deniz ölmez, bu deniz bölünmez…

Mavi umut demekti. Hiç mi düşünmemişlerdi. Öyle olmasa deniz neden maviydi ki…

Sonra?

Küçük kız büyüdü.

Deniz kurudu.

Yaşlı kadın öldü.

 

İçine doğduğum “politikayı” hiç bir zaman sevemedim. ‘Arzu edilen’ ve ‘mümkün olan’ı uzlaştırmaya çalışırken tanrıcılık oynama tiyatrosu, daha da kötüsü tanrının iki yüzlü bir yanılsamasıdır bence politika. Duruma göre bir adım ileri iki adım geri gidebilmeyi gerektirir ki bu durmadan yerinde saymak demektir.

Durmadan yerinde saymak da bir meziyettir. Aşağı gitmek de oldukça mümkün bir olasılıkken…

Ama politikacının makbulu; hiç bir zaman büyütemeyeceğini bildiği bu bebeği yerinde saydırırken, en yüce yorganlara saranı, en pamuksu uykulara boyayanı, ona en masum hikayeleri anlatıp en temiz rüyaları gördürenidir.

Yani en iyi yalan söyleyeni, kendine yalan söyleyeni, inancına yalan söyleyeni, yalanlarına yalan söyleyeni en sevilenidir. Çünkü hepimiz severiz yalanları, doğrulardan korktuğumuz için.

Okumaya devam edin

ALDATMAK

Standart

Özür dilerim.

 Seni aldattım. Bir anlık bir şeydi diyemem.

Bu hafifletici bir sebep midir onu bile bilmiyorum.

Seni aldattım çünkü… ile başlayan ve noktasını koyduğum zaman sebebini çözebileceğiniz mantıklı bir cümle dahi kuramam.

İçimde birikmişlikler vardı; içimden atmak istedim.

Kırgınlıklarım vardı, bir de şüphelerim.. Ben kendime bile güvensizdim!

Pişman olacağımı tahlil ederek aldatmadım. Pişmanlık duymadım da diyemem.

Ben seni bilinmezlik tatlı geldiği için de aldatmadım.

Ben yanlıştım,  seninle yanlıştım! Ben yanlışı bir başka yanlışla aldattım.

Geri dönüşü olmayacağını biliyordum, geri dönüşü olmasın diye aldattım.

Hakettin, haketmedim, haketmedik. Hiçbirini sorgulamak eski defterleri açmak, vicdansızlık savaşına girmek, ‘hangimiz daha çok kanatıyoruz kanıtlayalım’ iğnelerini derilerimize batırmak, silip atalım sıfırdan başlayalım saçmalıklarını denemek… Hiçbiri ama hiçbiri değil niyetim.

Bazı yanlışların özürleri yoktur.

Benimkinin ise özrünü buldum.

Sadece kendine bakmanı istiyorum, yanındakilere bak…

Ne kadar kalabalıklaştın, oysa ki ben varken hayatında, yalnızca ben vardım.

Sen bile yoktun o zamanlar, yalnızca BEN vardım.

Şimdiyse bir ordun var, sığınakların var, dayanakların, iyi gün arkadaşların, kötü gün dostların ve bunların arasındaki farkı ayırt edebilmeni sağlamış  tecrübelerin var.

Ailenin değerini anlamışsındır eminim. Başın yastıktayken en güvenli hissettiğin yerin ailenin kurduğu ev olduğunu anlamışsındır ve gerçek bir eve sahip olmanın değerini…

Sonradan inşa edilen yepyeni beton kokulu binalarda, yere kadar uzanan camlar ve bahçeye açılan gıcırtılı, sürgülü kapılar arkasında, evde iki kişiyken, yalnızca biz varken bile hapishanede hissettiğin evin ‘ait olman gereken ev’ olmadığını öğrenmişsindir eminim.

Evi yuva yapanın pahalı mobilyalar olmadığını öğrenmişsindir, kocaman kristal lambaların bile istemezse bir evi aydınlatamayacağını farketmişsindir. Eminim.

Sonra aşkı buldun.

Hakiki – içten bilemem ama mutlu eden her ne ise aşk o’dur.

Sen mutluluğu buldun.

Yalnızca dış güzelliklerine vurulduğun porselenden farksız sahte centilmenlikleriyle göz boyayan erkek heykellerin, elini tuttuğu zaman ne kadar da soğuk olduklarını öğretebildim ben sana. İstemsizce…

İçten bir kahkahayı, ateşli kavgalara rağmen huzurlu uykuları ben sana veremezdim.

İçten kahkahalarım seninkilerle aynı frekansta değildi benim; ben aya gülerdim, sen aya ağlardın.

Ben hep gülerdim, yalnızca seninle değil.

Sen şimdi hep gülüyorsun ve gülmelisin de…

Sen güldükçe benim yanlışlarımı doğru yapıyorsun, sen mutlu oldukça senin adına ben kendime teşekkür ediyorum.

Seni aldattım.

Rica ederim.

agyness-deyn-by-tim-walker-for-vogue-uk-may-201107

AGYNESS DEYN by TIM WALKER for Vogue UK May 2011

Okumaya devam edin

EN ÇOK KİMİ SEVDİN?

Standart

Hayatına giren insanlar arasında en çok kimi sevdin?

Hissedebiliyorum! Bu soruyu neden merak ettiğini anlayabiliyorum.

Çünkü herkes ipi göğüsleyen olmak ister. Çünkü herkes “herkesten farklı” olmak ister.

En çok kimi? En çok kimi? En çok kimi? En çok … ?

Bu konuşma baloncuğu zaman boşluğunda sonsuza kadar döner döner döner durur ve sürekli kendini tekrar eder… Her tekrar edişinde o tiz ses kalbini çatlatır…

Sorduğun sorunun yalan olmayan her cevabının kalbini kıracağını bile bile sorarsın, çünkü O yalan söyleyecek ve sen mutlu olacaksın. Ve kalbin bunu bilmesine rağmen sahte mutluluklara uyanır.

Anlıyorum.

En özel olma isteğini, en ayrı yerde tutulma ihtiyacını. Anlıyorum.

“Kalmana ihtiyacım yok” altındaki “kalmalısın”ı anladığım gibi…

“Beni affet” altında yatan “beni özgür bırak”ı anladığım gibi…

Söylenememiş her duygu gibi… Pazar şarap içmenin sebebi gibi…

Hep kollarının arasında yastığınla uyuman gibi…

Anlıyorum her yaptığının nedenini

Ve korkuyu…

Küçükken dolabımdan çıkacağına inandığım ceset, yatağımın altında benimle uyuyan canavar ve perdenin arkasında gizlenen hayalet… Ben bunlarla büyüdüm. Korku nedir biliyorum.

Benim hayaletim kılık değiştirip senin yanına yatıyor artık.

Benim hayaletim bana varlığını yalnızca geceleri uyumadan önce hatırlatırken senin hayaletin sana;

O’na sarıldığında fısıldıyor.

O’na sarılan diğer insanlarla değil senin sorunun, onun daha sıkı sarıldığı insanlarla.

En içten sarıldığı, ve kimbilir belki o sırada kırıldığı ve kırıklarını orada bırakıp ayrıldığı insanlarla…

Kırmızı bir buza dönüşmüş damarları tekrar kanayabileceğine inandırmak zor olmalı.

Zordan korkmanı anlarım.

Kanatabilen olmayı başaramama korkusunu anlarım.

Sadece insan da değil, belkki eşyalarla paylaştığı daha derin hikayeleri vardır, belki vedalaşılamamış kokuları vardır. Belki küçük bir kesiği ya da büyük bir yarası ve bunların ikisinin de senin içinde olmadığın özel hikayeleri vardır.

Ama anlıyorum. Neyle başetmen gerektiğini ve ne kadar boğucu bir his olduğunu anlıyorum.

Seni kaybedeceğimi biliyorum, bu sonsuza kadar sürmeyecek, çünkü hiç bir şey sonsuza kadar süremez. Ayrıca sonsuz ne ki? Sonu olmayan ne var, yok! Yanlış anlama sonu olacağını bilmek zaten çok daha güzel. Sadece bilmek istiyorum ki… Sonu geldiğinde, senin  ya da benim… Ya da ikimizin birden… Aynı anda belki ya da farklı anlarda… Sonumuz geldiğinde… En çok sevdiğin kim olacak?

Beni koymuş olduğun görünmez tahtımdan indirmeye göze alabilecek misin?

İndiğimde özleyecek misin? Peki ya en çok özlediğin ben olur muyum?

Ya da en büyük pişmanlığın.

Yalnızca zaman kaybın olmaya bile razıyım.

Yeter ki en değerli zaman kaybın olabileyim…

 

Seni anlıyorum.

Ve üzülüyorum.

Üzeceğimi bilmekten üzülüyorum ama seni yalanlara sararak pamuk uykuna yollamak da istemiyorum.

Bazen gerçeklerdir kabus.

Bil!

En çok seni sevmedim.

En çok bizi sevmedim.

 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

 

 

İYİ Kİ DOĞDUN AŞK

Standart

 

“Birini sevmek o kişiye karar vermekle başlar”

Yani kalbin işi değildir sevmek, aşık olmak. O süreci sadece beyin yönetir. Ama beyin adı üstünde beyin olduğundan kandırır seni, tüm bunların kalbin işleri olduğuna inandırır, sen de döner kalbini suçlarsın.

Sevmek gibi, pamuk şekeri, dondurma, güneş , nefes, okyanus bir şey, nasıl olur da betondan yapılmış soğuk bir eylemin sonucu olarak doğar? Karar vermek ve sevmek?

Kendini düşündü kadın… Bugüne kadar sevmeye karar verdiği insanların hiç bir ortak noktası yoktu. Bir çok parçaya bölünmüş ve her bir parçası ayrı bir kişiyi öğrenmiş ve tümevarım yapılırsa müthiş bir puzzle gibiydi. Bir çok  farklı parçanın birleşiminden oluşmuş kusursuz bir puzzle.

Genelden özele indiğinde ise her bir parça kopuk, bağımsız ve zayıf. Kendi başına bir şekle sahip olamayacak kadar zayıf ve etkisiz. Bugüne gelebilmek adına atılmış adımlar, basamaklar gibiydi hepsi.

Peki en başında nasıl karar vermişti beyni? Gerçekten karar vermiş miydi yoksa beyin ölümü gerçekleşmiş birinin kararları gibi miydi sevmeleri?

O epik ve destansı kavram, kelimelerle anlatılamayan  şaşkınlık hali yani aşk, daha doğrusu aşk sanılan duygular karıştırmıştı galiba elmalarla armutları. Mandalina ekip portakal bekletmişti. Gerçek aşk, gerçek bir sevginin içinden geçmiyorsa aslında yoktu ki…

Aşk çoğunlukla birbirleri arasında cinsel çekim olan çiftlerin, cinsel hayatlarını paylaşma ihtiyacı duymalarıyla başlayıp, anlık mutlulukları doyum noktasında yaşayıp sonra o anlar geçtiğinde doyumsuzlukların tekrar gün yüzüne çıktığı, en sonda ise tenler birbirlerine iyice alıştıkça, muhabbetler aynılarının tekrarı haline geldikçe ve tabii ki deri altından bir bağ kuramamış olmanın da rüzgarıyla hızlıca bitiveren bir yolculuk olmuş… Hepsi aynı hikayenin bir tekrarı. Hep izlediğimiz.

Ama gerçek bir sevgiden geçen aşkta kusurlar vardır, o kusurların üstünü örtebilmek ve o kusurlarda pes etmemek vardır. Mükemmellik aradığın hiçbir şey mükemmel olmayacaktır, onu mükemmel yapmak sadece emekle olur, istemekle olur ve de içten bir sevgiyle. Gerçek bir aşkın yolu bencillikten geçmez. Bu kendinden vermek demek değildir, kendinden almaktır. Bir başkasını da kendin gibi kabul edebilmektir.

Kendinden alıp kendinden verdiğin kendini takip edip kendinde kaybolduğun bir sonsuz döngüdür, o nedenle sonsuzdur. O nedenle bitti denildiğinde bitmez.

Bitti denildiğinde “Hiç önemli değil. Kalbimin senin tarafından kırılması benim için bir onurdu.” dedirtir. Dedirtmelidir.